August Nimtz’le seçimler, sokak ve sosyalistler üzerine
Söyleşi: Zeki Avcı
Türkiye, 6 Şubat depreminin ve akabinde kendisini tüm çıplaklığı ile açığa vuran rant ve yağma düzeninin yıkıcılığının şokunu üzerinden henüz atamadan bir anda seçim atmosferinin içerisine girdi. 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler Türkiye için şüphesiz önemli bir dönüm noktası olacak. Öncekilerden de bildiğimiz gibi AKP-MHP iktidarının devletin bütün olanaklarını seçim seferberliği için tepe tepe kullanacağı, muhalif partilerin çalışmalarına çeşitli kısıtlamalar getireceği eşitsiz koşullarda yapılacak. Bunun da ötesinde seçimlere iktidara matematiksel olarak en yüksek düzeyde fayda sağlayacak bir şekilde düzenlenmiş tuhaf bir seçim sistemiyle girilecek. Tüm bu çarpıklıklarına rağmen önümüzdeki seçimler toplumun geniş kesimleri için bir umut haline gelmiş durumda. Zira yapılan kamuoyu araştırmalarının da gösterdiği gibi söz konusu eşitsiz koşullarda yapıldığı durumda bile hem cumhurbaşkanlığı hem de parlamento seçimlerinde Cumhur İttifakı’nın net bir yenilgi alma ihtimali yüksek gözüküyor. Bu durumda seçimler yalnızca AKP-MHP iktidarının yerinden edilmesi açısından değil, bu gerçekleşirse sonrasında Türkiye’nin nasıl yeniden şekillendirileceğine dair süreci etkilemesi açısından da büyük önem taşıyor.
Peki esasında sınıfsız bir toplumu amaçlayan ve bunun ancak devrimci bir dönüşümle mümkün olabileceğini yıllardır savunan sosyalistler için 14 Mayıs’ın ötesinde genel olarak seçimler ve parlamento sahasında mücadele ne anlam ifade ediyor? Bu soru genel oy hakkının işçi sınıfının mücadelesiyle kazanıldığı, burjuvazinin belirli ülkelerde sınıf hakimiyetini seçimli parlamenter bir sistem içerisinde yeniden üretme çabası içerisine girdiği 19. yüzyılın ortalarından beri sosyalistler arasında önemli bir tartışma konusu oldu.
Seçimlerde siyasi faaliyet yürütmek sosyalistler için ne derece anlamlıdır? Seçimlere ve sandığa önem atfederek, bu yönde bir mücadele vermek sosyalistlerin hayatın gündelik sahalarında, sokakta, iş yerlerinde, mahallelerde vermesi gereken mücadelenin önüne geçip, ona ket vurur mu? “Burjuvazinin işlerinin görüldüğü ve meşrulaştırıldığı” bir yer olarak görülen parlamentolarda varlık göstermek sosyalistler için anlamlı bir etkinlik ve kazanım addedilebilir mi? Bu sorulara bugüne kadar farklı zamanlarda ve yerlerde birbirinden farklı yanıtlar verildi. Öyleyse, seçimler ve parlamento karşısında geliştirilecek tutumun mutlak ve ilkesel olmaktan ziyade, zaman-mekân bağımlı, hem nesnel hem de öznel koşulların belirleniminde daha çok “taktiksel” bir mesele olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruların yanıtlarını Marx-Engels’in ve Lenin’in kendi yaşadıkları dönemde geliştirdikleri politik tavırlar ve seçim ve parlamento üzerine yazdıklarına bakarak oluşturabilir miyiz?
Tüm bu soruları içinden geçtiğimiz dönemde daha derinlikli bir şekilde tartışmaya bir başlangıç olması açısından Minnesota Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. August Nimtz ile olarak bir söyleşi yaptık. Kendisi uzun yıllardır Marx ile Engels’in ve Lenin’in yaşadığı dönemde seçimler ve parlamento karşısında benimsedikleri perspektif ve siyasi pratik konusunda çalışmalar yürütüyor. Nimtz’in “Demokrasi Savaşçıları Olarak Marx ve Engels” ve iki ciltlik “Lenin’in Seçim Stratejisi” isimli eserlerinin daha önce Yordam Kitap tarafından Türkçe olarak yayımlandığını da belirtelim.
‘…LENİN’İN KÜLİİYATINA NASIL ADIM ATMAM GEREKTİĞİNİ NETLEŞTİREN, ‘OY PUSULALARI MI YOKSA SOKAKLAR MI’ TARTIŞMASIYDI’
1-) Uzun zamandır Marx ile Engels’in ve Lenin’in genel oy hakkı, seçimler ve parlamento gibi meselelere dair görüşlerini tartışan çalışmalar ortaya koyduğunuzu biliyoruz. Bu çalışmalarınız Türkçeye de çevrildi ve okuyucular tarafından ilgiyle karşılandı. Öncelikle şu soruyu sorarak başlamakta fayda var: Andığımız konularda Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarına bakmak, günümüzün hem Marksist teorik tartışmaları hem de sosyalist siyasi pratiği için nasıl bir önem arz ediyor?
Öncelikle beni bu söyleşiye davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Parlamento ve seçim sahaları üzerine; Marx ile Engels’in ve onların en değerli öğrencisi olan Lenin’in kuvvetli cephaneliğinde bulup gün ışığına çıkarabildiğimi düşündüğüm ve yalnızca muhalifler tarafından değil, aynı zamanda bildiğimiz nedenlerden ötürü “dostlar” tarafından da hakkı pek az teslim edilebilmiş şeyleri kamusallaştırma ve tanıtma fırsatını her zaman memnuniyetle karşılarım. 2000 yılında yayımlanan kitabım “Demokrasi Savaşçıları Olarak Marx ve Engels” [Marx and Engels Their Contribution to the Democratic Breakthrough], modern komünizmin iki kurucusunun düşüncelerini; siyaset filozofu ve teorisyenlerinin -bazıları şüphesiz iyi niyetli olan- daraltıcı kavrayışlarından kurtarmaya ve yeniden Marx ile Engels’in öncelik atfettiği alana, yani, gerçek dünya siyasetine [reel-siyasete] çekmeye yönelik bir uğraş niteliğindeydi. Kitapta, Marx ve Engels’in demokrasi bağlamında itimat edilebilirlikleri üzerine ikna edici olduğunu düşündüğüm bir savunma yapmıştım. Sonunda da okuyuculara, tarihin ilerleyen dönemlerinde Marx ile Engels namına hareket etme iddiasındakilerin elinde onların projesinin nasıl bir şekil aldığını aktarma sözü verdim. Lenin üzerine yazdığım 2014 tarihli kitabım için, bu sözümün ilk taksiti diyebilirim. Yordam Kitap sayesinde bahsi geçen her iki kitabın da Türkçe baskısı bulunuyor.
Yayımlanmış Lenin arşivinin ne kadar zengin olduğu göz önüne alınınca -örneğin, Toplu Eserler’inin 45 ciltlik İngilizce baskısı-, benim için asıl mesele, araştırmaya nereden başlamam gerektiğiydi. Lenin ve onun iki siyasi atasının ruhuna uygun olarak, günümüzün küresel siyasi bağlamı üzerine düşünmem gerektiğini fark ettim. Kapitalizmin 1970-80’lerden bu yana yaşadığı derin krizden, 2008’deki sözde Büyük Durgunluk’tan ve 2012’de başlayan küresel siyasi tepkiden -özellikle de Occupy Wall Street [Wall Street’i İşgal Et] hareketinin sembolikleşmesinden- sonra, cevap benim için açık hale geldi: Lenin’in külliyatına nasıl adım atmam gerektiğini netleştiren, “Oy pusulaları mı yoksa sokaklar mı” tartışmasıydı. Lenin üzerine kitabımı yazarken, fark etmiş olabileceğiniz gibi, Arap Baharı ve özellikle de Mısır, ciddi ölçüde aklımda tuttuğum meselelerdi.
‘MARX VE ENGELS’İN ALDIKLARI TEMEL DERS, SEÇİMLERİN BİR AMAÇ OLMADIĞI, BİR PROLETARYA DEVRİMİ YAPMA HEDEFİNDE YARARLI BİR ARAÇ OLDUĞUYDU’
2-) Kuşkusuz, Marx ve Engels’in parlamento ve seçimler üzerine yazdıkları, fazlasıyla kendi dönemlerinin özel koşullarının izlerini taşıyor. Fakat, yine de onların yazdıklarının içerisinden bir soyutlama yaparak, “Marksizmin seçim ve parlamento anlayışı” şeklinde, bugün için de anlamlı genel bir çerçeve oluşturmak mümkün mü? Örneğin, bugün her ne kadar farklı yorumları olsa da Marx, Engels ve Lenin’in yazılarından çıkarsanmış bir Marksist devlet teorisinden bahsedebiliyoruz. Aynı şekilde bir Marksist “demokrasi” teorisinden, bir seçim ve parlamento anlayışından bahsedebilir miyiz? Yoksa Marksizmin demokrasi, Parlamento ve seçimler anlayışını bir Marksist devlet teorisi içerisinden mi çıkarsayabiliriz?
Ben bu konuda, Marx ve Engels’in anılan konulardaki görüşlerinin günümüz dünyasına uygulanabilir olup olmadığına karar vermeden önce, onların görüşlerinin tam olarak ne olduğunu bildiğimizden emin olmak gerektiğini savunageldim, 2000 yılında çıkan kitabım da bunu amaçlıyordu. Çünkü bu şekilde, onların görüşlerini benimsesek veya reddetsek bile, bunu bilinçli bir şekilde yapmış oluruz. Benim görüşüm, tüm bu konulardaki temel görüşlerinin, hala, en hafif tabirle geçerliliklerini koruduğu yönünde.
Örneğin, 1892 yılında Engels’in, kendisinin ve Marx’ın burjuva demokrasisini hayata geçirme mücadelesine yeterince pay vermediklerini söyleyen bir eleştirmene, şöyle bir cevabı vardır: “Marx ve ben, kırk yıl boyunca, bünyesinde işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki çatışmanın genele yayılabileceği ve devamında proletaryanın kesin zaferiyle sonuçlanabileceği tek siyasi biçimin demokratik cumhuriyet olduğunu bıkmadan tekrarladık.” 1
Marx ve Engels’in bu konudaki tutumlarına ilişkin temel belge, 1848-1849 Alman Devrimi sırasındaki seçim sürecine dair ilk deneyimleri hakkında bir özeleştiri niteliği taşıyan, Mart 1850 tarihli “Komünist Birliğe Çağrı”dır2 [‘Çağrı’]. 2000 yılındaki kitabımı yazarken, bunun bir özeleştiri metni olduğunu sezmiş olmakla birlikte, neyi eleştirdiklerini tam olarak bilmiyordum. Şöyle ki, işçi hareketinin Alman seçimlerine girmesine yönelik ilk fırsat 1849’un başlarında ortaya çıktığında, hareketin içine düştüğü ikilem, kendi adaylarını mı göstermesi, yoksa demokrat küçük burjuvazinin adaylarını mı desteklemesi gerektiğiydi. Sonraları rastladığım tutanaklara göre, hareketin kendi adaylarını gösteremeyecek kadar zayıf olduğu gerekçesiyle işçi sınıfının küçük burjuvaların adaylarına oy vermesini öneren Marx’tı. Küçük burjuva demokratlarla birlik olmak ve onları desteklemek, “ortak düşmanımız olan mutlak monarşinin” kazanmamasını da sağlayacaktı (MECW, Cilt: 8, s. 514). Başka bir deyişle, [başlangıçta] Marx, seçim sahasında bugün solun büyük bir kısmının yaptığı şeyi savunuyordu: Ehvenişere oy vermeyi.
Fakat küçük burjuva adayların işçi hareketine ihanet etmesi üzerine, Marx’la Engels olanlardan ders çıkarmak zorunda kaldı; böylece, 11 sayfalık oldukça zengin bir belge olan Komünist Birliğe Çağrı ortaya çıktı. Bu belge, bir dahaki sefer yapılacak olanın “Kesintisiz [bir] Devrim” olabilmesini sağlamak amacıyla, Birlik üyelerini, devrimci hareket için umulan hayata dönüşü gerçekleştirmek bakımından daha farklı bir yol izlemeye yönlendiriyordu. Küçük burjuva liberallerine güvenilmemesi tavsiye ediliyordu; onlarla ittifaklara izin verilmişti, ancak önceki stratejinin aksine, ‘bir olmak’ reddedilmeliydi. Bunun yerine, işçi hareketi, bağımsız bir işçi sınıfı siyasi eylemi izlemeliydi. Çağrı’da, Marx’ın önceleri önerdiğinin aksine, hemen sonraki seçimler için işçi partisinin, “seçilme ihtimallerinin olmadığı durumlarda bile… bağımsızlığını korumak, gücünü ölçmek ve devrimci tutumu ile parti duruşunu kamuoyuna sunmak adına” kendi adaylarını çıkarması gerektiği dile getirildi. Bunu yapmakla “demokrat partiyi bölüyor olmaktan ve gericilere zafer fırsatı vermekten” korkmamaları telkin edildi. Çağrı’ya göre, “bağımsız eylem” mefhumunun proletarya açısından avantajları, “temsili organda birkaç gericinin mevcudiyetinin yol açabileceği” dezavantajlardan çok daha ağır basıyordu (MECW, Cilt: 11, s. 284.).
Marx ve Engels’in, siyasi gerçekliğin öğrettiklerinden aldıkları temel ders, seçimlerin kendi içlerinde bir amaç olmadığı, daha ziyade, bir proletarya devrimi yapma hedefi doğrultusunda yararlı bir araç olduğuydu. Engels tarafından Alman Devrimi’nin hararetli günlerinde türetilen bir terim, bu yönelimi iyi anlatıyordu. “Parlamenter kretenizm” belası, tipik olarak liberallerin yaptığı gibi, yasama sahasının ve dolayısıyla yasama meclislerine seçilmenin, siyasetin tamamı ve de sonu olduğuna inanmaktı. Marx ve Engels, politik kaderimize eninde sonunda parlamentoların dışında, barikatlarda, sokaklarda ve savaş alanlarında karar verildiğini söyleyerek karşı çıktılar.
Çağrı metninin ve “parlamenter kretenizm” kavramının, Marx’la Engels’in seçim ve parlamento sahaları yönünden temel konumlanışlarını yansıttığını iddia ediyorum. Her ikisi de, Çağrı’yı aklına kazıyan Lenin için temel nitelikteydi ve “parlamenter kretenizm” onun liberalleri tariflerken en sevdiği terimlerden biri oldu. Ayrıca Çağrı belgesinin, 1917’deki Bolşevik yükselişine ilerlerken Lenin için bir senaryo metni işlevi gördüğünü de öne sürüyorum. Belgenin özünde, bağımsız işçi sınıfı siyasi eyleminin gerekliliği yatıyor. Çağrı’nın hemen hemen her sayfasında, “bağımsızlık” kelimesi geçiyor.
Marx ve Engels için seçimlerin bir amaç yolundaki araç olduğu fikrimi, hiçbir şey, Fransa’da işçi partisinin 1892’deki seçimlerde elde ettiği seçim kazanımları hakkında Engels’in Paul Lafargue’a yaptığı yorumdan daha iyi ortaya koyamaz:
“Fransa’da, kırk yıldır, genel oy hakkı gibi -eğer doğru kullanılırsa- ne kadar harika [yarar sağlayabilecek] bir silahınız olduğunun şimdi farkına vardınız mı! [Bu], devrim çağrısından daha yavaş ve daha sıkıcıdır, fakat on kat daha güvenilirdir, bundan da iyisi, bir devrim çağrısının yapılmasını gerektirecek güne, en kusursuz doğrulukla işaret eder; işçiler tarafından akıllıca kullanılacak genel oy hakkı, yöneticileri yasallığı ortadan kaldırmaya itecek, yani onları, bir devrim yapmamız için bize en çok uyan zemini yaratmaya zorlayacaktır.”3
Tam olarak Marx ve Engels devleti sınıf egemenliğinin bir aracı olarak gördükleri için, seçim ve parlamento sahası da dahil olmak üzere işçi sınıfının bağımsız siyasi eylemi, onların olmazsa olmazıydı.
‘SEÇİMLERE VE PARLAMENTOYA KATILIM, KENDİ BAŞINA BİR AMAÇ OLARAK DEĞİL, DEVRİM YAPMAYA GİDEN BİR ARAÇ OLARAK ORADAYDI’
3-) Bolşevik Devrimi’nin Marksistlerin devlet ve siyasete bakışında önemli değişimler yarattığını biliyoruz. Marx ve Engels’in bu yöndeki yaklaşımlarından Lenin nasıl etkilenmişti? Onun parlamento ve seçimlere yaklaşımında a priori bir teorik belirlenimin varlığından bahsedebilir miyiz? Yoksa Lenin’in parlamento ve seçimlere dair tercihlerini konjonktürün gereklerine bağlı olarak ve Bolşevik Partisi’nin güncel taktiksel ihtiyaçları üzerinden yaptığı söylenebilir mi?
Bu sorunun cevabını, Lenin üzerine olan kitabımın sonuç bölümünde, “Kanıta ve Dört Argümana Genel Bakış” başlığında, tam olarak ikinci maddede özetliyorum. Orada da, Marx ve Engels’in az önce tartışılan temel konumlarının, Lenin’in parlamentoya ve seçimlere dair -kendi içlerinde bir amaç değil, yalnızca bir amaca giden bir araç oldukları yönündeki- yaklaşımını şekillendirdiğini savunuyorum. Engels’in 1892’de Lafargue’a yaptığı yorum, sanki Lenin’in zihnine silinmez bir şekilde kazınmıştı. Bu, Bolşeviklerin seçimlere katılmak için ilk fırsatlarını elde ettikleri andan beri apaçıktı. Çarlık rejiminin 1905’teki kitlesel protestoları baltalamak için her iki sahayı da kullanmak istediği anlaşıldığında, Lenin yasa tasarılarının boykot edilmesini destekledi. Lenin, ancak sokaklardaki devrimci enerjinin kendi kendini tükettiği iyice belli olduğunda, 1850 Çağrısı’nın da telkin ettiği gibi, siyasi eğitim yapmayı ve iktidarın alınacağı günü belirlemek amacıyla devrimci bir rotaya verilen desteği “saymak” için her iki sahaya da katılmayı savundu. Lenin’in bu bakış açısını 1906’dan 1914’e kadar dört Duma boyunca belgelerle ortaya koydum. Bence, Bolşevikleri Ekim 1917’de başarıya ulaştırdıkları şeye hazırlayan deneyim buydu. Sözünü ettiklerimin hepsini şu makalemde bir süzgeçten geçirdim: “Bolsheviks Come to Power: A New Interpretation,” Science & Society, Ekim 2017.
İddiamı kanıtlayan esas metin, Lenin’in klasik Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı‘ndaki şu satırlarıdır: “Biz Bolşevikler, en karşı-devrimci parlamentolara katıldık ve deneyimler göstermiştir ki, bu katılım, Rusya’daki ilk burjuva devriminden (1905) sonra, ikinci burjuva devrimine (Şubat 1917) ve ardından sosyalist devrime (Ekim 1917) giden yolun taşlarını döşemesiyle, devrimci proletaryanın partisi için yalnızca yararlı değil, aynı zamanda vazgeçilmez olduğunu gösterdi.”4 Yine, seçimlere ve parlamentolara katılım, kendi başına bir amaç olarak değil, amaca, yani devrim yapmaya giden bir araç olarak oradaydı. Lenin yaklaşımına, tam da bu nedenle “devrimci parlamentarizm” adını vermiştir; bu, İkinci Enternasyonal reformist parlamentarizminden, yani sosyalizme parlamento yoluyla gitmekten veya alternatif benzer yaklaşımlardan farklı oluşundan ileri gelir. Lenin için Bolşevik deneyimi o kadar önemliydi ki, oradan alınan dersler Komünist Enternasyonal’in 1920’deki İkinci Kongre toplantısı için bir dizi tez olarak düzenlenmiş ve kayda geçilmişti, ben de bunlardan alıntıları Lenin kitabımda yeniden ortaya koymuş bulunuyorum. Bu vesileyle, İkinci Kongre’nin bir girişimi olan 1920’deki meşhur Bakü Konferansı belgelerinin önemini hatırlatma fırsatını burada kullanmak istiyorum; bunlar, dünyanın sizin bulunduğununuz tarafında olduğu kadar başka yerlerinde de geçerliliği devam eden belgeler.
‘DEVRİMCİ MARKSİSTLER İÇİN OY KULLANMA HAKKINA BAŞVURMAK, NE ZAMAN İKTİDARA GELECEĞİMİZİ BELİRLEMEK İÇİN GÜCÜMÜZÜ ‘SAYMA’ FIRSATIDIR’
4-) Şimdiye dek anlattıklarınızı, günümüzün koşulları bakımından değerlendirmek üzere sormak istiyorum: “Düzeni kökten, bir devrimle değiştirmeyi arzulayan siyasi hareketler için, seçimler ve parlamento ne işe yarayabilir?” Bolşeviklerin seçim ve parlamento stratejilerinden bugün için çıkarsayabileceğimiz unsurlar neler olabilir?
Bence bunun için yine, 1850 tarihli Çağrı belgesine ve bu belgenin Lenin’in 1917 için bir senaryo metni haline gelişinde ona sağladığı birkaç bilgece çıkarıma geri dönmeliyiz. 1847’de modern komünist hareketin kuruluşundan bu yana, proletaryanın, seçim ve parlamento sahalarını devlet iktidarını ele geçirmek için kullandığı bir durum olarak, Lenin ve Bolşeviklerden başka bir örnek bulunmuyor. Bolşevik örneğinden sonraki tüm devrimci rejim değişiklikleri, en azından burjuva demokrasisinin zayıf olduğu ortamlarda gerçekleşti. Artık devrimci ivme ileri kapitalist dünyaya geri yöneldiğinden, 2008’deki Büyük Durgunluğun da göz önüne serdiği gibi, seçim/parlamento sahaları bugün daha fazla öneme sahip, ki benim Lenin üzerine kitabım da bu gerçeklikten yararlanmaya çalışıyor.
1850 veya 1917’de sorun olmayan çağdaş bir meseleye işaret eden, orijinal olduğunu düşündüğüm bir kavram buldum, buna “oy verme fetişizmi” diyorum. Bu kavram, Marx’la Engels’in “parlamenter kretenizm”inden ve Lenin’in Bolşevik örneğinden çıkarılacak dersler üzerine getirdiği açıklamalardan ilhamını alıyor. Oy verme fetişizmi derken, oy kullanmanın siyasi iktidar kullanımına denk düştüğü şeklindeki hatalı inanışı kastediyorum. Bu inancın cevabı, benim tartışmama göre hayır. Oy vererek, bir aday veya bir politika uğruna yapılan bir tercihi kayda geçmek için, savaşla veya savaş tehdidiyle kazanılan önemli bir demokratik hakkı kullanmış oluyoruz. Ve devrimci Marksistler için, oy kullanma hakkına başvurmak; siyasi eğitim yapma ve ne zaman iktidara geleceğimizi belirlemek için gücümüzü “sayma” fırsatıdır. Bir tercihi kayda geçmek, bir iktidarı icra etmekle aynı şey değildir.
İktidar kullanımı, bir kişinin iradesini empoze etmesi demektir. Bir dakikadan fazla sürmeyen ve bireysel düzeyde gerçekleştirilen bir eylem kadar ‘siyasal iktidar kullanımı’ mefhumuna yabancı hiçbir şey olamaz. Devrimci komünistler, bir seçim sonucunda ne aradığımızı ve ne olmasını istemediğimizi netleştirmek için, iki tür eylem arasındaki farkı anlamak ve bunu emekçilere açıklamakla yükümlüdür. Aksi takdirde, işçi sınıfını yanlış yönde eğitmiş ve onları hayal kırıklığına uğratmış oluruz. Tekrar etmem gerekirse, seçimler ve parlamento eylemleri, işçi sınıfının iktidarı alması için kendi başına bir amaç değil, amaca giden bir araçtır.
Bence bu kavram kitlesel protestolar meselesine de uygulanabilir ve protesto fetişizmi olarak adlandırılabilir; yani, [aynı hata,] kitlesel bir eylem düzenlediğimiz için bir şekilde siyasi iktidar kullandığımız varsayımında da geçerlidir. Hayır, [protestolarda] yaptığımız şey, emekçilerin tercihlerini, oldukça kamusal bir yolla, yani, oy verme davranışının müsaade etmediği ve bu yüzden de kendisini oy vermeye kıyasla tercih edilebilir kılan bir yolla ortaya koymaktır. Protestolar kendi başlarına, bir amaç olmaktan ziyade; siyasi eğitime yönelen ve özellikle de devlet iktidarını almak için doğru zamana karar vermek amacıyla gücümüzü ve desteğimizi ölçme hedefi doğrultusunda başka kimlerin izlediğimiz yola inandığına dair fikir edinmemizi sağlayan fırsatlardır. Evet, Şubat’la Ekim arasındaki Bolşevik deneyimi, bir protesto için dışarı çıkmanın ve tercihlerimizi gösteriye dönüştürmenin, bir açıdan önem arz ettiğini öğretiyor. Fakat, örneğin Troçki’nin de Rus Devriminin Tarihi‘nde açıklıkla aktardığı üzere, devlet iktidarını ele geçirmek amacıyla meydana çıkmak, bundan farklı bir şey.
‘KOMÜNİSTLER SOKAK PROTESTOLARI DÜZENLEDİKLERİNDE, ORTADA ‘AÇIK TALEPLER’ BULUNMASINDA ISRAR ETMELİ VE BUNDAN EMİN OLMALI’
5-) Sol siyasal stratejiler tartışılırken, “sokak” ile parlamentoyu veya seçimleri birbirine dışsal ve hatta karşıt görmek bir eğilim söz konusu olabiliyor. En azından Türkiye’de böyle düşünme eğiliminin yaygın olduğundan bahsedebiliriz. Sizce sokak ile parlamento/seçimler arasındaki ilişkinin nasıl ele alınacağına dair genel bir Marksist formülasyon geliştirmek mümkün olabilir mi?
Oy verme fetişizmi şeklindeki kavramımın vermeye çalıştığı mesaj, oy vermemizle bir iktidar kullanımı gerçekleşmediğidir. İktidar kullanımının sokaklarda gerçekleşmesi çok daha olasıdır, yine de kesin olduğu söylenemez. Protesto veya gösteri fetişizmi de bir sorun haline gelebilir, yani, sokak protestolarının kendi içlerinde bir iktidar kullanımı teşkil ettiği şeklindeki yanlış varsayım da tezahür edebilir. Yine Troçki’nin hacimli Rus Devriminin Tarihi eserinde en önemli bulduğum satırlar, onun Eylül 1917’den sonra olanlar hakkında söyledikleridir: “Bolşevikler, kitleleri Nisan gösterilerine çağırmadı. Bolşevikler, Temmuz başında silahlı kitleleri sokağa çağırmayacak. Parti, ancak Ekim ayında nihai adım atacak ve kitlelerin önünde bir gösteri için değil, bir devrim için yürüyecek.”
Başka bir deyişle, sokak eylemleri yalnızca, Bolşeviklerin Ekim/Kasım 1917’de sergiledikleri türden disiplinli bir örgütlenme türü olan devlet iktidarını fiilen ele geçirme stratejisiyle birleştiğinde hayati bir önem taşır. Aksi halde, sokak protestoları birer ritüele dönüşür, yani, devlet iktidarını ele geçirmek için bir amaca giden araç olmanın aksine, kendi içinde bir amaç hâline gelir. Eylemler de, oy vermek gibi, siyasi eğitime ve iktidarı alma girişiminde başarı olasılığını hesaplamak için gücü saymaya yönelik bir fırsat olarak görülmelidirler. Bu nedenle, komünistler sokak protestoları düzenlediklerinde veya buna yönelik farklı toplamlar oluşturduklarında, ortada “açık talepler” bulunmasında ısrar etmeli ve bundan emin olmalılar, zira taleplerimizin duyulduğuna kanaat getirebilmemizin tek yolu budur. İkincisi, protestolara toplumun hangi yeni kesimlerinin kazandırıldığı konusunda bilinçli olmalıyız. Aynı yüzleri değil, sürekli genişleyen katılımcı kesimlerini gördüğümüz ve ilkeli bir şekilde düzenlenen protestolar, bizi her zaman memnun etmesi gereken şeylerdir.
‘KOMÜN TECRÜBESİ, PROLETARYANIN KÖKLÜ BİR DÖNÜŞÜM GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN BURJUVA DEVLETİNİ KULLANAMAYACAĞINI ÖĞRENMİŞTİ’
6-) Son 10 yılda “sol popülist” sıfatıyla anılan Syriza, Podemos gibi partiler veya Latin Amerika’daki sol hareketler seçimlerle ve parlamento düzlemini de kullanarak yalnızca siyasi etkilerini genişletmekle kalmadılar, fakat hükümet oldular ya da hükümeti paylaştılar. Öte yandan bu hareketler radikal bir sosyal dönüşüm programını hayata geçiremeyerek hayal kırıklığı yarattılar. Bu hareketlerin yaşattığı deneyim sol siyasal stratejinin seçim ve parlamento ile ilişkisi açısından bize ne söylüyor olabilir?
Bence Marx ve Engels’in kendi külliyatlarına ve siyasi pratiklerine getirdikleri üç düzeltme var. İlki, önceki sorularda andığımız, Mart 1850 Çağrı belgesi kapsamındaki özeleştiri. İkincisi, 1869 sonunda, başta İrlandalılar olmak üzere, ezilen uluslar için kendi kaderini tayin hakkına getirdikleri düzeltmeydi. Üçüncüsü, Paris Komünü’nden sonra Komünist Manifesto’nun 1872 Önsözünde yaptıkları ekti. Bu üçüncü düzeltme, sorunuzla en alakalı olanıdır. Ekledikleri şuydu: Komün tecrübesi, proletaryanın köklü bir dönüşüm gerçekleştirmek için burjuva devletini kullanamayacağını öğretmişti. Komün, yeni bir devlet biçimine, bizzat Komün’ün kendisine ihtiyaç duyulduğunu öğretti. Lenin için bu çok büyük bir önem taşıyordu çünkü ona göre ilk olarak Eylül/Ekim 1905’te kendiliğinden ortaya çıkan ve 1917’deki Şubat Devrimi’yle yeniden beliren sovyetler, Marx ve Engels’in Komün’deki temel derse dair içgörülerinin somutlaşmasıydı: devrimci dönüşüm için yeni bir devlet biçimi gerektiğinin.
Saydığınız hareketler, genel olarak, Paris Komünü’nden çıkan dersleri, -trajik biçimde kendilerini tehlikeye atarak- reddetmiş yirminci yüzyıl sosyal demokrasisinin savunucularıdır. Bu Latin Amerika hareketlerinden biri şimdi yeniden hükümette, Brezilya İşçi Partisi. Marx ve Engels’in Komün tarafından öğretilen, bir burjuva devletinin emekçilerin çıkarları doğrultusunda köklü bir dönüşüm için neden kullanılamayacağına dair son derece önemli içgörülerini benimsediklerine dair hiçbir kanıt yok. Bu nedenle, İşçi Partisi’nin eskisinden daha iyi performans göstereceğine dair hiçbir beklentimiz de olmamalı.
‘KÜBALI YOLDAŞLARIN SONSUZA KADAR DAYANMASINI BEKLEYEMEYİZ’
7-) Devrimci bir hareketin/partinin seçimler sonucunda hükümet kuracak bir oy oranına ulaşması durumunda hükümete katılımla alakalı olarak nasıl bir tavır alması gerektiğini savunuyorsunuz? Latin Amerika’da, ozellikle Chavez ve Morales deneyimleri bize bu konuda ne söylüyor?
Önceki yanıtta söylediğim şey burada da geçerli. Hem Chavez hem de Morales şu ya da bu şekilde sosyalizme parlamenter yolla gitme tezine bağlı kaldılar. Chavez bunu “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak adlandırdı. Bana göre her ikisi de kendilerini Küba deneyiminden farklı bir şey yapıyor olarak gördüler, yine bana göre her ikisi de Kübalıların geçmişte yaptığından ve Washington’ın devrimi yıkmak için 60 yıldır süren uğraşlarının kaçınılmaz olarak ağırlaştırdığı tüm sorunlara rağmen yapmayı sürdürdüğünden daha devrimci bir şey yapabileceklerini düşünmenin siyasi bedelini ödediler.
Küba aslında, Latin Amerika’daki ilerici hareketlerle ilgili önceki yanıtımda ana hatlarıyla belirttiğim durumun önemli bir istisnası. Fidel Castro’nun önderliğindeki devrimci kanat, 26 Temmuz Hareketi ve İsyancı Ordu, bir dizi benzersiz koşul nedeniyle, parlamenter yolla sosyalizme gitme tezine hiçbir zaman başvurmadı. Bu tercih, Moskova’yla ilişkili eski komünist parti tarafından Komintern’in 1935 halk cephesi politikası doğrultusunda -bunu Latin Amerikada yapabilecekleri tek yerde- diktatör Fulgencio Batista hükümetinde bakanlık pozisyonları alınmış olmasıyla yakından ilgiliydi. Castro gibi radikalleşen gençler için bu açık bir tutarsızlıktı ve sosyalist dönüşümü gerçekleştirmenin yolu olarak asla seçim/parlamento sürecine bakmamalarının nedeni de buydu. 1962 tarihli meşhur İkinci Havana Deklarasyonu, Latin Amerika’daki Sosyal Demokrat ve Stalinist olma iddiasındaki partilere, onların sosyalizme parlamenter yolla gitme düşüncesine doğrudan bir meydan okumaydı.
Küba, küresel siyaset tarihi bakımından benzersiz bir örnektir; on bir milyonluk bir ada, tarihin en kudretli askeri gücüne meydan okumuştur. Küba Devrimi, altmış yıllık varoluşunda şimdiye kadarki en büyük meydan okumayla karşı karşıyadır. Bunun sebebi ABD emperyalizminin eskisinden daha saldırgan olması değil -ki daha saldırgandır-, Devrimin siyaseten tecrit edilmiş olmasıdır. Küba, dünyanın geri kalanıyla her zamankinden daha fazla diplomatik ilişkiye sahip, ancak başka alanlarda devrimci takviyelere ihtiyacı var. Chavez ve Morales deneyleri, onların yaptığının, Küba’nın siyasi olarak ihtiyaç duyduğu şey olmadığını kanıtladı. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir Kübalı dayanışma aktivistine sık sık söylediğim gibi, Kübalı yoldaşların sonsuza kadar dayanmasını bekleyemeyiz. Yüklerinin hafiflemesine ihtiyaçları var. Uzun vadede Küba devriminin geleceği, Amerikan işçi sınıfının, Karayip adasındaki iş arkadaşlarına öykünmesine bağlı olacaktır.
Kaynakça:
1-) Marx-Engels Collected Works, Cilt: 7, (New York: International Publishers, 1975-2004), s. 3 -Çev. [Buradan itibaren Nimtz’i takip ederek “MECW” biçiminde kısaltılacaktır.]
2-) “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı”nın metni, K. Marx and F. Engels, Selected Works, (Progress Publishers, Moscow, 1969, Vol. I, s. 175-185) adlı yapıttan Ahmet Kardam tarafından Türkçeye çevrilmiştir. (Marx-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 213-225, Sol Yayınları, Birinci Baskı, Aralık 1976) -213.
3-) MECW 50, s. 29. Engels’in kısaltması olarak.
4-) Ibid., s. 61