Gündemden Haberler

Ciddi bir profesyonel devrimci eksikliği çekiyoruz

Eylem Taylan & H. Deniz Sert

Sosyolog Cihan Tuğal ile ilk bölümünü yayımladığımız söyleşimiz devam ediyor. Tuğal ile Türkiye’deki sol-sosyalist hareketin emekçilerle ilişkisini, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) beyaz ve mavi yakalı emekçilerle bağının nasıl derinleşebileceğini, toplumda karşılığı net olarak görülen dayanışma ağlarını kalıcı ve yaygın hale getirmenin sosyalist hareket açısından mümkünatını ve önemi konuştuk. Berkeley Üniversitesinde Öğretim Üyesi olan Cihan Tuğal’ın Türkçe dahil olmak üzere birçok dile çevrilmiş çok sayıda çalışması mevcuttur.

Siz de hazır ismini de zikretmişken bir sonraki sorumuza geçelim: Türkiye İşçi Partisi 2023 seçimi sonrasında beklenmedik ama önemli bir seçmen desteği aldı. Kendisini sosyalist olarak da tarif eden bir odak, Emek ve Özgürlük İttifakı içerisinde kalarak ciddi bir oy desteğiyle şimdi siyaset sahnesinde yer alıyor. Tabii bu desteğin kalıcı olması için sizin bahsettiğiniz türden sınıfların farklı katmanlarının bir araya getirilmesine, bir ideolojik birlikteliğe ihtiyaç var. Dolayısıyla sizce Türkiye İşçi Partisi nasıl bir siyaset üretmeli, nasıl bir programatik netleşmeye ihtiyacı var ki sadece beyaz yakanın farklı katmanlarını değil, belki de Cumhur İttifakı blokunda sabitlenmiş işçileri de kendine çekebilsin?

Keşke bu soruya bir cevabım olsa. Bu kolay cevap verilebilecek bir soru değil. Belki tam tersinden bakmak gerekiyor; TİP, beyaz yakalı emekçiler arasındaki hareket ve etki alanını genişletmesi belki daha doğru bir rota olabilir. Bunu yanlış anlamayın, kesin bir reçete olarak sunmuyorum ama tartışılması gereken alternatif bir rota olarak görüyorum. Eğer Türkiye İşçi Partisi bunu yapabilirse, ama proleter bir bakışla yapabilirse, Türkiye sosyalist hareketine çok büyük bir katkısı olur. Şu anda mavi yakalılar içinde geniş etki alanı olan teşkilatların belki o diğer hatlardan ilerlemesi gerekiyor. Türkiye İşçi Partisi’nin şu andaki gücü bence zaten beyaz yakalılara yüzünü dönmüş olmasından ve sol cumhuriyetçi söyleminden kaynaklanıyor. Bunun büyütülmesi gereken bir damar olduğunu düşünüyorum ama proleterleştirilerek ve ezilen uluslara da daha duyarlı hale getirilerek. Biraz önce söylediğim gibi, Türkiye’de sosyalizm ve demokrasi kurulacaksa, sol cumhuriyetçilik de beyaz yakalı kesimler de bunun olmazsa olmaz taşıyıcıları olacaklar. Ve bunların işçi düşmanlığı, mavi yakalı düşmanlığı ne kadar aşındırılırsa, bu kesimler demokrasiye ve sosyalizme ne kadar kazandırılırsa iyidir. Elbette eksiklikleri olacaktır. Onun için ben Türkiye’de şu anda tek bir geleneği, tek bir partiyi, tek bir çevreyi bir ana kurtuluş odağı olarak görmüyorum. Birkaç hattan ilerlemek gerekiyor. Ve bu birkaç hattan ilerlerken de elbette birbiriyle istişareyi sürdürmek gerekiyor. Arada anlaşmazlıklar olacaktır, bunların tamamen kırıp dökmeye varmaması gerekiyor. Seçim döneminde biraz kötü bir sınav atlattığımızı düşünüyorum ama çok geç değil. Taraflar birbirine karşı çok kırıcıydı, ama toparlanamayacak zararlar yok bence. Bu ilişkinin toparlanmayacak zararlar aldığını düşünen kesimler var. Ben bunun doğru bir tavır olduğunu, yeterince zemini olduğunu da düşünmüyorum. O denli kötü şeyler yaşanmadı. Kürt hareketindeki oy kaybı da sadece TİP’ten kaynaklanan bir durum değil. Öyleymiş gibi anlatanlar var. Bunun objektif bir gerçekliği yok. Her kesim hatalar yaptı fakat diğer taraftan da unutulmasın, Cumhur İttifakı’nın hegemonyası çok güçlü. Ayrıca, dünyadaki gidişat da sağ popülizmi daha çok destekleyen bir yönde ilerliyor. Hem yapısal ve küresel sorunlar var hem ülkede yerleşik bir hegemonya var. Bunun üstüne bizim hatalarımız, yanlışlarımız, ayıplarımız vesaire var. Bazı taktikleri (ayrı liste kararını mesela) bütün bu bağlamdan koparıp, yapısal gidişattan bağımsız kararlar olarak tartışınca birbirimize fazla sert giriyoruz. Bunu yapmadan meselelerin daha yapısal bir şekilde ve yeri geldiğinde de küresel ölçekte tartışılması gerekiyor.

‘ROTA TİP YA DA ROTA KÜRT HAREKETİDİR’ İŞARETİ ÇAKANLAR BİRAZ HATA YAPIYOR

Türkiye’de demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde üç ana damardan bahsedilebilir. Bir taraftan en yerleşik ve örgütlü güç olan Kürt hareketi var. İkinci hat olarak, kısmen de Kürt hareketinin çeperlerinde olan, bir kısmı Kürt hareketinden bağımsız olan, daha mavi yakalı kesimler arasındaki örgütlü sosyalistler vardır. Üçüncü damar olarak da sol cumhuriyetçi ve beyaz yakalı kesimler arasında örgütlü olan, bunların en büyüğü TİP olmak üzere iki-üç yapıdan bahsedebiliriz. Bu üç damarın da bence büyümesi ve büyütülmesi gerekiyor. Biri diğerinin alternatifi değil. ‘Rota TİP ya da rota Kürt hareketidir’ işareti çakanlar biraz hata yapıyor diye düşünüyorum. Üç hattın da beslenmesi ve büyütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabii dediğim gibi sürtüşmeler olacaktır. Onları da nasıl aşacağımız artık bizim profesyonelliğimize bağlı.

Tam da bu noktada aslında şunu da belirteyim- Kürt hareketini biraz dışarıda tutarak söylüyorum bunu- bu kesimlerin, bu yapıların ellerinde şu anda yeterince profesyonel yok. Ciddi bir profesyonel devrimci eksikliği çekiyoruz. Bunun tabii yapısal dinamiklerde kökleri var. Ha deyince olmuyor ama olayın ideolojik boyutu da hakikaten var. Otuz yıldır, kırk yıldır profesyonel devrimcilik kötülendi. Ama biz profesyonel devrimcilere ihtiyacımız olduğunu en net nerede görüyoruz? Gezi gibi olaylarda görüyoruz. Bir duygu seli yaşanıyor ve başıboş biçimde her tarafı yıkıyor, bir şeyi kuramıyor. Buna yön verecek, onu daha kurumsallaştıracak profesyonellere, kadrolara ihtiyacımız var. Ciddi bir kadro eksikliği yaşandığını düşünüyorum. Bütün bu hareketlerin, bütün bu yapıların daha fazla kadroya ihtiyacı var. Ve burada belirleyici, kilit olan da gerçekten 35 yaş altı kuşaklardır. Henüz hayatını şekillendirmemiş, aile kurmamış, kariyer sahibi olmamış insanlar ancak devrimci profesyonelliğe yönelebilir ve bunu 21’inci yüzyılın koşullarına uygun olarak yeniden kurabilir. Özellikle bu konuda önümüzdeki dönemin en büyük görevlerinden birinin, son otuz yılın ideolojik zaiyatının tamir edilmesi olduğunu düşünüyorum. Devrimciliğin liberaller ve post-modernler tarafından gözden düşürülmüş olmasının ciddi bedellerini ödüyoruz. Ciddi bir kadrolaşmaya tekrar başlamak gerekiyor.

Küresel kapitalizmin orta boy veya ufak boy ülkeler için belli bir yapısal sınırlar olduğunu ve sol odakların manevra alanını daralttığı tespitinde bulunuyorsunuz. Bahsettiğiniz üzere bu dönemin bu denli sarsıntılara gebe olması, bir yandan orta sınıf katmanlarını sağa veya sola doğru hızlıca savurabiliyor. Dolayısıyla böyle sol popülist veya cumhuriyetçi odakların bir yandan da tabanını bu kesimlerle kısıtlı tutması da bir problem yaratmıyor mu? Yeni büyüyen sol odakların bu türden savruluşlardan çok hızlı etkilenme riskleri mevcut. Hal böyleyken işçi sınıfıyla daha organik bağ kurabilmek de önemli. Önümüzde duran kadrolaşma, mali sıkıntılar, siyasal rejimin yerleşik otoriterliği vb. sorunlardan bahsettiniz. Tüm bunlara rağmen en azından siyasal perspektifimizde bu görevin de yer alması gerekiyor diye düşünüyoruz. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kesinlikle. Buna aykırı bir şey söylemek istemedim zaten. TİP ve TİP’e benzer, bir-iki yapı daha var. Bunlar proletaryayı boşlasın anlamında söylemiyorum. Ama ilk sıçramalarını klasik proletarya üzerinden yaşayacaklarını düşünmüyorum, Türkiye’deki dengeler yüzünden de biraz. TİP özelinde konuşuyorum, diğer partiler için söylemiyorum bunu. TİP ve onunla akraba sayılabilecek bir-iki parti için bunun daha ilerlenebilir bir hat olduğunu düşünüyorum. Kimseye reçete kesme gibi niyetim de yok, bir tartışma konusu olarak öneriyorum. Orta sınıfların çok savrulabilir olduğu doğru. Ama şu dönemde bu risk bütün sınıflar için geçerli. İşçi sınıfı için de geçerli, köylülük için de geçerli. Orta sınıfın zaten hem tarihsel hem yapısal olarak böyle bir kaymaya daha meyyal olduğu doğru. Orta sınıflarda Sinan Oğancılık daha organik biçimde yaşanıyor. Belki işçiler için daha çok bugün oy verilip yarın bırakılacak bir kişi Sinan Oğan. Sinan Oğancılık daha büyük bir tehlike orta sınıflar için, o açıdan katılıyorum söylediğinize.

İŞÇİ MAHALLELERİYLE PLAZALARIN BAĞLANTISININ NASIL KURULACAĞI DÜŞÜNÜLMELİ

Bu programatik netleştirmeleri konuştuk. Siz de alan faaliyetleri ve örgütlenme modellerine değindiniz aslında. Programatik netleştirmenin ötesinde- tabii ki reçetecilik gibi algılamayın ama- alan faaliyetleri nasıl yürütülmeli? Uluslararası bir örnek olarak bu geçtiğimiz on yıl bize sadece programsızlığın değil, gerçekten kapsamlı bir neoliberalizm karşıtı parti programı olan Corbyn gibi figürlerin de yenildiğini ve daha önceden sol-sosyal demokrat hareketlerin geleneksel tabanı olan mavi yaka/işçi sınıfı kesimlerini yeniden sosyal demokratik siyasetin belirleyici unsuru haline getiremediğini gösterdi. Nasıl bir örgütlenme modeli bu ‘Brahmin sol’ limitleri aşabilir?(1)

Yine cevapsız, reçetesiz kalacak bu soru. Yani bilsem yapardım herhalde, ama bilmiyorum. Cevabın omurgasını oluşturmaya başlayabiliriz bu sohbette ama, bu soruya asıl cevap pratik içinde çıkacaktır. Dolayısıyla yine ‘reçete’ değil bir ‘yönelim’ önereceğim. İngiltere’de partiyi sola çekme çabası niye yenilgiye uğradı, o ayrı bir başlık. Türkiye’de ne yapılabilir, o ayrı bir tartışma. Neden? Çünkü örneğin İngiltere’deki sorunlardan biri zaten mavi yakalılığın giderek küçülmesi. Çin’de bu kesimler büyüyor. Türkiye’de bir taraftan küçülürken diğer taraftan büyüyor. İşte son dönemlerde şu da tartışıldı; bir Mısır’a iş kaybediyoruz, bir tekrar kazanıyoruz. Şu ara yine kaybedecek gibiyiz, ama belki beş sene sonra tekrar kazanabiliriz. Yani Türkiye’de hâlâ mavi yakalı bir kitle var ve İngiltere’nin aksine kolay kolay kaybolacağa benzemiyor. Dolayısıyla Corbynvari bir gelişme Türkiye’de yaşandığında bunun etkileri farklı olacaktır. Yani sosyalist, kadrolu ve sınıfçı bir çıkış İngiltere’deki kadar tutarlı yapılsa Türkiye’deki yenilginin aynı düzeyde olmayacağını düşünüyorum. Ama tabii biraz yumurta tavuk hikâyesine de giriyor bu. Çünkü İngiltere’de sınıfsallığın örgütsel ve tarihsel dayanakları daha fazla. İşçi Partisi ne kadar orta sınıflaşmış bir parti olursa olsun, işçi sınıfının içinde 100 yılı aşkın bir zamandır ciddi işçi örgütlenmesi var. Bu 1970’lerden itibaren çok aşındırıldı ama tekrar kurulabiliyor.

Türkiye’de benzer bir şey yok. CHP benzer bir yapı değil, başından itibaren bir bürokrat partisi. Onun içinde bir işçi hattı oluşmuş zamanında, 1990’lardan sonra da yıkılmış. Şimdi ise tekrar kurulamıyor. Şu anda bizde bu imkânın sanayi ve birikim modeli dayanakları daha fazla ama örgütsel, siyasi, tarihi dayanakları daha az. Şunu söyleyebilirim; bu ikinci damarı güçlendirmek gerekiyor. Bizde yapısal açıdan bir sanayi damarı var zaten fakat (İngiltere’ye nazaran) sınıfsal örgüt ve siyaset yok, onların kurulması gerekiyor. Dolayısıyla işçi mahallelerine, sanayi havzalarına, fabrikalara daha fazla gidilmesi gerekiyor ve tabii bunu yüzü daha çok o kesimlere dönük örgütlenmeler için söylüyorum. Ama bir taraftan da TİP ve benzeri yapılar üzerinden bunların, yani fabrikaların, sanayi havzalarının, işçi mahallelerinin plazalarla bağlantısının nasıl kurulacağının düşünülmesi gerekiyor. O da daha geniş kültürel ve siyasi faaliyetlerde ve Emek ve Özgürlük İttifakı gibi zeminlerin seçim ötesi yapılar haline gelmesiyle mümkün olabilecek bir şey. Meselenin bir taban boyutu, bir de kadro ve genel kültür boyutu var. İkisinin de çok sağlam ilerlemesi gerekiyor.

Tekrarlayacak olursak, iş yerlerinde tırmanacak olan gerilimlerin daha iyi kullanılması, oralara sızılması elzem. Bir tarafıyla tabanı bu hatta örmeli ama, diğer taraftan da Emek ve Özgürlük İttifakı’ndaki güçlerin birbirlerine seçimleri aşan bir yerden bakmaları gerekiyor. Sanayi mahallelerinde yaşanacak dinamizmle plazalarda yaşanacak dinamizm, ekolojide yaşanacak dinamizm, feminist harekette yaşanacak dinamizm nasıl bir araya getirilecek ve nasıl bir programatik rotaya dönüşecek? Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bunun adresi olması gerekiyor; basitçe hükümeti devirmenin değil.

Sosyalist örgütlerin veya sol yapıların kadro meselesine vurgu yaptınız. Bir yandan siz DSA’nın içerisinde de yer almış ve oradaki durumu da gözlemlemiş birisiniz. Türkiye sosyalist hareketi için de belki bunun geçerli olabileceğini düşünüyorum. Kadroların veya örgütlerin üye profiliyle işçi sınıfı arasında bir kültürel blok olduğu tartışılıyor. Ve bu bağlamda tamam, elbette mahallelere, fabrikalara gidelim ama nasıl bir formasyonla gidelim, hangi kadrolar nasıl bir siyasal perspektifle gitsin sorusu da insanın aklına düşüyor. Bir şekilde o anlam dünyasının içerisine girebilmek, onun içerisinden konuşabilmek gerekiyor. Sol yapıların kadrolarını da bir şekilde reforme etmesi gerekiyor sanki. Kendi deneyiminizi ve bu konudaki birikiminizi de düşününce bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz. 

 Çok güzel bir soru ve bir-iki yılda aşılabilecek bir durum değil. Bu çatılar oluştukça ve taban hareketleri oluştukça, böyle bir ufuk ortaya konulduktan sonra yavaş yavaş, süreç içinde aşılabilir ancak. Bu konuda yapılabilecek çok şey var. Bir taraftan gazetecilik çalışmalarıyla, sosyal bilim çalışmalarıyla bu kesimlerin birbirini daha iyi anlaması sağlanabilir. Benim bilimsel pratiğim de biraz buna yönelik bir süreç. Yani gidip oturup konuşmak, uzun süre istişarede bulunmak, yeri geldiğinde bir arada yaşamak gerekiyor. Tabii akademik alanda, bunu tekrar tekrar yeniden üretmek zor, çünkü doktora öğrenciliği ve profesörlük dönemi çok farklı. Yeni görevler, farklı zaman kısıtlamaları devreye giriyor ve (bu kısmen ülkeden ülkeye, kurumdan kuruma değişse dahi, genel olarak söylüyorum) bir noktadan sonra sahaya zaman bulmak aşırı yaratıcılık gerektiriyor. Ama gazetecilikte bu etkileşim daha tekrar tekrar üretilebiliyor. Yine de bunlar, akademi ve gazetecilik, sadece birer zemin.

Beyaz yakalıların ve klasik proletaryanın bir araya getirilmesi doğrultusunda kültürel merkezlerin oluşturulması, kutlamaların, geleneksel faaliyetlerin oluşturulması, yardımlaşma kampanyalarının örülmesi gerekiyor. Bunlar küçük çapta hep yapılan faaliyetlerdir zaten, daha da kurumsallaşması gerekiyor. Mesela benim gençliğimde BİLSAK seminerleri vardı, hep bir üst-orta sınıfın en nitelikli elemanlarına yönelikti. Kadrolaşma açısından bunlar da gerekli. Fakat böyle toplantıların muadilinin işçi mahallelerinde yaşanması gerekiyor. Formel eğitimi görece daha az olan kesimlerden insanların da anlayabileceği dilde Türkiye’nin meselelerinin, hegemonyanın konuşulduğu bir zemine ihtiyaç var. Çünkü biz 20-25 yıldır Türkiye sosyalist hareketinde hegemonya anlatıyoruz, ama hâlâ hegemonya ne, aslında çok da netleştiremedik. Ciddi hegemonik bir sistemde yaşıyoruz. İşçi önderleri bunu anlamadan, sosyalist önderler bunu anlamadan, hegemonyaya karşı savaşamazsınız. Yani hegemonya gibi aslında basite indirgenebilecek bir şeyin, kitlelere anlatılabilecek bir şeyin, işçi önderlerine anlatılabilecek bir şeyin, ben yeterince kavranmadığını, anlatılmadığını düşünüyorum. Ve bu anlatma süreci, yardımlaşma faaliyetleriyle, kültürel faaliyetlerle iç içe yapılabilir. Bugünlerde mesela 15-16 Haziran’ı kutluyoruz. Bu tür kutlamalarda olsun, mahallelerde, imece çalışmalarında olsun, bu tarz kavramsal meselelerin de gündeme getirilebileceğini, bunların anlaşılabileceğini, tartışılabileceğini ve siyasi hatların ve hareketliliğin buradan tekrar kurulabileceğini düşünüyorum.

Orta sınıflardan gelen teşkilatçıların, işçi mahallelerine ya da iş yerlerine gittiğinde iletişim sorunları yaşaması kaçınılmaz. Bunları aşmanın yollarından biri de öncü ve mücadeleci işçilerin pratiğini, dilini gözlemlemek ve takip etmek. Başka bir deyişle, eğitimci eğitilmek zorundadır! Mücadeleci işçilerin sahadaki faaliyetlerinden ipuçları çıkarmak. Bu tür bir rehberlik, özellikle de işçi sınıfının çok etkin olmadığı, kendi geleneklerinden yoksun olduğu alanlarda önemli olacaktır. Benim DSA’nın ekolojiyle ilgili çalışmalarında gördüğüm, işçi önderlerinin (genelde orta sınıfların, öğrencilerin, köylülerin ve yerlilerin etkin olduğu bu alanda) yavaş yavaş ağırlık sahibi olmaya başladıkları. İşçi önderlerinden kastım hem kendisi işçi olarak çalışan kişiler, hem de orta sınıf kökenli olduğu halde hayatını (bürokratlaşmadan) sınıf seferberliğine ve teşkilatçılığına vermiş kişiler. İkisi de DSA’nın ekolojik kanadında kilit role sahip. Hem bir rol modeli oluşturuyorlar hem de gençleri, orta sınıf militanları, işçilerle iletişimlerinde yaptıkları hatalar konusunda uyarıyorlar. Bu etkileşimler yaşatılabilir ve uzun vadeye yayılabilirse, bir nevi hayat okuluna dönüşeceklerdir.

YARDIMLAŞMA AĞLARININ, SOSYALİZME UZUN DÖNEMDE KATKISI BÜYÜK

Yakın zamanda yaşadığımız deprem felaketi sonrası Türkiye’deki sosyalist hareketler- her ne kadar niceliksel açıdan küçük de olsalar – böylesi felaket anlarında karşılıklı dayanışma ve yardımlaşmayı inşa etme açısından etkili olabileceklerini de bize gösterdiler. Türkiye solunun 60’lara, 70’lere uzanan örgütsel hafızasının kendini gösterebildiğine tanıklık ediyoruz. Ancak tabii belli kısıtları var. Seçim sonrası atmosferde de gördüğümüz üzere bu lokal müdahaleler kalıcı olamıyorlar. Belki kapasitelerini aşan büyük bir kaynak ve yardım ağını başlatabiliyorlar fakat yerleşik kalmak açısından büyük bir sorun yaşıyorlar. Belki de içinde giderek derinleşen sağ hegemonya dolayısıyla da bu sınırlılıklar önümüzde duruyor. Solun bu örgütsel kabiliyet ve hafızası ne yönde geliştirilmeli ki daha uzun erimli ilişkiler kurulabilsin ve bu karşılıklı yardımlaşma-dayanışma genelleşebilsin?

 Aslında bu, Gezi’deki forumlar hikâyesinden çok da farklı değil. Bu tür küçük şeyleri yeterince ciddiye almadığımızı düşüyorum- tırnak içinde küçük diyorum buna tabii- lokal, iddiası hemen devrim ya da iktidar değişikliği olmayan, hemen şu anda sosyalizmin kurulması ya da birikim modelinin değişmesi olmayan deneyimleri yeterince değerli görmediğimizi düşünüyorum. Deprem sırasında da bu yardımlaşma meseleleri yaşanırken çoğu çevrenin buna araçsal bir yerden yaklaştığına ve daha o dönemde “Seçimler daha önemli, bırakın şimdi bunları” bakışının depremin hemen ertesinde hâkim olmaya başladığını düşünüyorum. Yardımlaşma ağlarının ya da Gezi’de kurulan forumların toplumsal bir önemi var. Yani insanların hayatına anlam katmak, hayatı farklı görmek, diğer insanları farklı görmek, insanları birer araca indirgememek, piyasa aktörüne indirgememek ve insanlara bir toplum olduğumuzu hatırlatma bağlamında çok büyük işlevleri var. Ve de sosyalizmin kurulmasında bu tür küçük küçük şeylerin birikiminin uzun vadede çok büyük katkısı olabileceğini tarih bize gösteriyor. 19’uncu yüzyılda Avrupa’daki kooperatifleşme ve yardımlaşma faaliyetleri yavaş yavaş sendikalaşmaya ve işçi partilerine dönüştü. Buna Katolik işçilerin de hareketleri dahildir. Bunlar anlaşılmadığı ya da araca indirgendiği için ciddi bir dinamizmi kaçırdığımızı, ıskaladığımızı üzülerek görüyorum. Sendika, parti kadar yardımlaşma, forumlar, imece, öz-örgütlenme… bunların önemi büyüktür. İktidarı hemen devirmeyecek olsa, birikim modelini değiştirmeyecek olsa bile, insanların bir arada durma, beraber iş yapma geleneklerinin yerleştirilmesi açısından bu türden faaliyetler kilit öneme sahiptir. Ve sol hareketin biraz da yüzünü buralara dönmesi gerekiyor. Çünkü yine hegemonyadan bahsedecek olursak, İslami hareket aslında 50 yıllık gücünün ciddi bir kısmını bu yardımlaşma ağlarından alıyor. Bizim buna paralel bir şey kuramamış olmamız ya da kurduklarımızı yaşatamıyor oluşumuz bizim ciddi eksiğimiz maalesef.


(1)Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki sol partilerin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçi sınıfı partisinden yavaş yavaş eğitimli profesyonel kesimlerin partisi olmaya doğru evrildiklerini anlatmak için kullandığı bir kavram.

Yazıyı Kaynağından Okuyun →

Mert Ege

Editör, 28 yaşında, Gazetecilik mezunu. Gündemi takip ederek sizlere en güncel ve gerçek haberleri ulaştırmayı hedefler. Objektif ve ilkeli yayın kendisi için en önemli ve hassas konuların başında gelir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu