Gündemden Haberler

Korkut Boratav seçim sonrası Türkiye’yi değerlendirdi

Mayıs 2023 seçimleriyle ortaya çıkan beklenmedik tablo, özellikle de cumhurbaşkanlığı seçiminin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan lehine sonuçlanması her yönüyle tartışılmaya devam ediyor. AKP-MHP iktidarının devam etmekte olan seçmen desteğinin arkasındaki nedenlere, Millet İttifakı’nın seçim süreci boyunca geliştirdiği tutumun seçim sonuçlarına etkisine ve solun/sosyalistlerin seçimlerde elde ettiği sonuçların anlamına dair gerek yazılı gerekse sosyal medyada çokça düşünce ve kanaat üretildi. İçinde bulunduğumuz durumu anlamlandırmaya çalışırken, söz konusu “analiz bombardımanı” karşısında kafasının iyice karıştığını tahmin ettiğimiz kamuoyu için herkesin aklındaki soruların bazılarını Cenk Saraçoğlu ve Fırat Çoban, Korkut Boratav hocamıza yönelttiler.

1- Merhaba Korkut Hocam. Öncelikle bizimle söyleşmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizin de sıklıkla vurguladığınız üzere, toplumun emeğiyle geçinen kesimlerinin hayatını oldukça zorlaştıran büyük bir bölüşüm şoku yaşadığımız mevcut durumda, Cumhur İttifakı’nın beklentilerin çok üstünde seçmen desteği alabiliyor oluşunu nasıl yorumluyorsunuz? Ortaya çıkan tablo bize ne anlatıyor?

Benim vurguladığım bölüşüm şoku ile seçim kampanyası sırasında muhalefetin vurguladığı   ekonomik kriz kavramları farklı olgulara işaret ediyor. Ekonomik kriz, millî gelirin küçüldüğü dönemleri açıklayan bir kavramdır. Seçim, bu anlamda ekonomik kriz ortamında gerçekleşmedi. AKP Haziran 2015 seçimlerini yitirdikten sonra “ne pahasına olursa olsun iktidarı korumayı” kararlaştırdı. Ekonomi politikalarında büyüme birinci öncelik oldu; geleneksel neoliberal reçetenin bu önceliği köstekleyeceğini fark etti. On üç yıl boyunca sadakatle uyguladığı     neoliberal programı adım adım ihlal etti. Sonuçta Türkiye ekonomisi 2016-2022 döneminde yüzde 4,4 oranında büyüdü. Seçim ortamına odaklanalım: Millî gelir 2022’de yüzde 5,6; Ocak-Mart 2023’te yüzde 4 oranında büyüdü, yani bu dönemde Türkiye bir ekonomik kriz içinde seçime gitmedi.

Buna karşılık aynı dönemde en geniş anlamda işçi sınıfı çok ağır bir bölüşüm şoku yaşadı. Son yedi yılda ücretlerin net hasıldan payı 8,1 puan geriledi.  2022’de işçi başına (ortalama) reel ücret 2016’daki düzeyin (kullandığımız enflasyon istatistiklerine göre) %15 veya %25 gerisindedir.

Mayıs seçim sonuçlarına göre Türkiye hemen hemen tam ortadan ikiye ayrılmıştır. Bu ayrışmanın, coğrafî, ekonomik, sosyolojik ölçütler açılarından işçi ve emekçi sınıfı saflarına da yansıdığı anlaşılıyor. Seçmen tepkilerinde de diyalektik bir ayrışma var: Bölüşüm şoku, kriz algılamasına yol açtı; ekonomik büyüme ise bu algılamayı olağan bir geçim sıkıntısına dönüştürdü.  

Bu karşıt algılamalara yol açan bazı ekonomik etkenlere de değinebiliriz. Büyümenin işçi sınıfına katkısı, aynı dönemde istihdamın 4,2 milyon artması oldu. Bir ekonomik kriz yaşansaydı, istihdam artışı gerçekleşemezdi. Sanayi, inşaat gibi üretken sektörlerde ve niteliksiz emeğin yaygın olduğu hizmetlerde   istihdam artışları işçi sınıfı saflarında “ekonomik kriz” algılamasını frenledi. Saray iktidarının kararlaştırdığı asgari ücret artışları ve EYT uygulamasının sağladığı toplu ödemeler enflasyonun yarattığı geçim sıkıntısını (yoksullaşmayı) kısa dönemde telafi eden güvenceler oldu.  Telafi edici etkenler, büyük metropollerin en yoksul semtlerinde, asgari ücretli emekçilerde, KOBİ’lerde çalışan Anadolu işçi sınıfında yoğunlaşmış olmalıdır.

Bölüşüm şoku algılamasının daha yoğun olduğu 25 milyonluk muhalif seçmenin en büyük bölümü de işçi sınıfından oluşuyor. Bu emekçileri “orta sınıf” kavramı içinde toplamak tehlikeli; Acemoğlu ve bizim siyaset bilimciler gibi kullanılırsa özellikle… İşçi sınıfının beyaz yakalı, nitelikli emeğin yoğunlaştığı, ancak enflasyona karşı savunma araçlarının zayıf olduğu katmanları söz konusudur. Reel ücret, maaş gelirleri, emekli aylıkları asgari ücret düzeylerine doğru aşınmaktadır.   Kimler kapsanıyor?    Gezi kalkışmasına katılan gençlerin, öğrencilerin bugünkü türevleri… 2019 belediye seçimlerini kazananlar… Kendiliğinden örgütlenebilen dinamik, yaratıcı, önemli bölümleri sola, sosyalizme açık, “Cumhuriyetçi” bir güç… İki ittifak içinde yer alan sosyalist ve komünist partiler de Cumhurbaşkanlığı Kılıçdaroğlu’nu destekleyecek olgunluğu gösterdiler. Açık faşizme karşı mücadelenin önceliğini algılayan geniş bir cephenin oluşmasına katkı yaptılar. 

Öte yandan seçim sonuçlarını 20 küsur yıllık AKP iktidarının halk sınıfı saflarında etkili ve yaygın örgütlenmesi ile kazanılan ideolojik, siyasal mevziler de etkiledi. Bu dönemde işyerlerinde ve büyük kentlerin yoksul mahallelerinde yapılan araştırmalar bu konuda önemli tespitler içeriyor.  Örneğin Yasin Durak’ın Konya’ya odaklanan Emeğin Tevekkülü, Sevinç Doğan’ın İstanbul’u kapsayan Mahalledeki AKP aklıma gelen iki örnek.

AKP’nin 11,2 milyon üyesi var; Erdoğan’a verilen oyların yüzde 40’ını sağlamış.  CHP’nin üye sayısı 1,4 milyonun altında. Muhalif oyların yüzde 5’i… Bu tespit Mayıs seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığında birleşen 25 milyon muhalifin CHP ve Altılı Masa’da yer alan diğer parti örgütlerinden kaynaklanmadığını, büyük ölçüde demokrat, aydınlanmacı değerleri temsil eden; bir anlamda Gezi direnmesinin kitle tabanından türeyen, kendiliğinden oluşan bir geniş cephe olduğunu ima ediyor.  

CHP Mayıs’ta bu geniş cephenin liderliğini fiilen üstlendi. Bu muhalefet blokunu olduğu gibi Mart 2024 yerel seçimlerine taşıyabilecek mi? Mayıs seçimlerinin hesaplaşmasını o tarihten sonraya taşıyabilecek mi? 2019 İstanbul belediye seçimlerinde uygulanan ve başarılı olan İyi Parti ile açık, HDP ile örtülü ittifak yenilenebilecek mi? Bu sorular sadece önemli değil, hayatîdir. Zira, belediyelerin kaybedilmesi telafi edilemez; sadece CHP ve HDP’nin değil, tüm demokratik, sol, sosyalist muhalefetin özgürlük alanlarının tıkanmasına katkı yapar.  Saray iktidarını meşrulaştırarak mutlaklaştırır; açık faşizme geçişi hızlandırır.      

CHP, Saray iktidarına son verebilecek siyasal partiler ittifakını oluşturdu. Ne var ki, AKP örgütünün halk sınıfları saflarındaki ideolojik hakimiyeti yok olmadan bu iktidar kesin yenilgiye uğratılamaz. AKP’nin yukarıda değindiğim örgütlenme biçimi, bu seçimlerde de etkili olan İslamcı, milliyetçi karşı saldırıyı da açıklayabilmektedir. Bu konuda Dağhan Irak’ın 30 Mayıs tarihinde Diken’de yayımlanan “Hep Kaybediyorsan Belki de Yanlış Oyunu Oynuyorsundur” başlıklı yazısı ve muhalif partilerin Mayıs seçimlerinde görev alan sandık temsilcilerinin izlenimleri önemlidir.

CHP, geleneksel örgütlenme yöntemleri ve bugünkü yönetiminin “merkez sağ / liberal” konumu nedeniyle AKP’ye alternatif olamaz.  Bu ideolojik boşluğu telafi edebilecek tek kaynağın, seçimlere iki ayrı ittifak içinde katılan sosyalist ve komünist parti üyeleri, militanları olduğunu düşünüyorum.  Sosyalist örgütlerin, hareketlerin doğal kitle tabanı, işyerlerinde, mahallelerde, köylerde son yirmi yılda   AKP’nin ve gericiliğin ideolojik olarak “fethettiği” insanlar değilse kimlerdir?  Öyle bir dönemeçteyiz ki, güncel siyasete aydınlanma değerlerini taşıyan örgütler sadece sosyalist, komünist partilerle sınırlı kalmıştır. Bu partiler, bu ideolojik mücadeleyi hakkıyla, üstelik el birliği ile yapamıyorlarsa varlık nedenleri nasıl açıklanabilir?

2- Siz seçim öncesinde Millet İttifakı’nın ekonomi programının kısa vadede neoliberal “ortodoks” politikalara dönüşle sınırlı olduğunu ve bunun Türkiye’deki toplumsal bunalıma çözüm getiremeyeceğini belirtmiştiniz.  Millet İttifakı’nın iktisadi tercihleri, Kılıçdaroğlu’nun AKP’ye yakın şirketlere aktarıldığını ve yurtdışına çıkarıldığını iddia ettiği 400 milyar doları “geri getirmek” gibi vaatlerle telafi edilmeye çalışıldı. İktisadi söylemin buraya sıkışması Millet İttifakı’nın beklenilen sonucu alamamasında etkili olmuş olabilir mi?

Kılıçdaroğlu’nun bu söylemi, “beşli çete” ayrıca vurgulanarak yukarıda değindiğim bölüşüm şokundan yararlananları teşhir etme amacını taşıyordu.   Kamu ihalelerinde ve yatırımlarında yoğunlaşan çeşitli yolsuzlukların AKP yandaşı sermaye çevrelerine sağladığı 400 milyarlık kaynak aktarımını, CHP takdir edilecek bir araştırma ile hesapladı, tahmin etti. Ancak bu tespit, Millet İttifakı’nın Mutabakat Metni’nde yer alan neoliberal programla uyuşamazdı ve bu nedenle kamucu bir yatırım programının önerilmesine dönüştürülemedi. Esasen hayalperest olan “yurt dışından geri getirme” talebi de bu yüzden ciddiye alınamazdı.

3- Türkiye’nin güncel ekonomik bilançosu ve dünyadaki genel eğilimlere bakıldığında 28 Mayıs sonrası ülkeyi sizce neler bekliyor? Yeni dönemde faizlerin düşürülmesine, kredi musluklarının açılmasına ve emeğin ucuzlatılmasına dayalı anlayış sürdürülebilir mi?

Mehmet Şimşek’in bakanlığa getirilmesi gösteriyor ki, son yedi yıllık politikaların tıkandığını Saray da algılamıştır. Şimşek de göreve başlarken “rasyonel politikalara dönüş” önceliğini vurgularken aynı doğrultuda bir eleştiri de ifade etti.  

Mehmet Şimşek’in meslekî sicili uluslararası finans kapital ile bütünleşmiştir. Temsil ettiği çevrelerin 2018’den bu yana Türkiye’ye önerileri, spekülatif finans sermayesinin “yükselen piyasalar” programından türetilmiştir: Serbest sermaye hareketleri, enflasyon hedeflemesi, dalgalı (piyasalarca belirlenen) döviz kuru, “sıkı” (yüksek faizli) para politikası, kamu açıklarını frenleyen “malî disiplin”… Bu reçete, siyasal iktidarlara karşı özerkleşmiş bir merkez bankası tarafından yürütülür.

Bu çerçeve spekülatif finans kapitale (sıcak paraya) ulusal para cinsinden belli bir getiri güvencesini peşinen sağlar; ulusal üretimi koruyacak döviz kuru politikalarını gündem-dışı bırakır. Devletin bir borç krizine sürüklenmesi, kamu açıklarını frenleyen kemer sıkma hedefleri sayesinde önlenir.

Türkiye’nin bugünkü, acil dış finansman yükümlülükleri ve yüksek enflasyon ortamı içinde bu programın ekonomiyi küçültmesi kaçınılmazdır.   Ne var ki, 2024 yerel seçimleri Saray iktidarı açısından büyük önem taşıyor. Normal kurallar içinde seçime gidilecekse Erdoğan’ın bu programın bütününe rıza göstermesi mümkün görünmüyor. Politika faizinde ılımlı tempolu, kademeli bir dizi artışı kabul edebilir; ama o kadar… Mehmet Şimşek görevi devralırken “malî disiplin” önceliğini de açıkça vurguladı. Mayıs seçim kampanyasında Erdoğan’ın vaat ettiği bütçe kaynaklarını frenleyen bu türden bir uygulamanın kabulü halinde yerel seçimlerin ağır baskı altında yapılması beklenmelidir.

Olası bir IMF programı ise bugün gündemde değildir. “Can kurtaran” özellikleri taşıyabilecek boyutta IMF kredileri için ABD’nin açıkça onayı gerekir. 2015’te Arjantin’de sol Peronist yönetimi iktidardan uzaklaştıran neoliberal başkan Macri yönetimine kademeli olarak verilen 75 milyar dolarlık IMF kredisi bu türden istisnaî bir uygulamadır. Daha sonra IMF içinde ve Arjantin’de de sert eleştiri konusu olmuştur. Türkiye için tekrarı şüphelidir.

2000-2001 Türkiyesi’nde olduğu gibi bir ödemeler dengesi krizi ortamında verilen olağan IMF kredileri ise, yakından izlenir. Program hedefleri gerçekleştikçe kredi dilimleri serbest bırakılır. Kamu maliyesindeki faiz dışı fazla hedefleri, ekonomiyi daraltır; Kasım 2002’de Türkiye’deki gibi iktidar değişikliklerine de yol açabilir.

Türkiye’de AKP’yi eleştiren liberal iktisatçıların savunduğu tutarlı bir neoliberal programın Türkiye için öngördüğü gelecek nedir? Bu soru bugünkü dönemeçte güncel ve önemlidir. İpuçları IMF’nin Türkiye için yayımladığı (ve neoliberal ilkelere dayandığı anlaşılan) 2025-2028 öngörülerinde yer alıyor. İstikrarlı yüzde 3’lük bir büyüme temposu, sürekli cari açıklar ve çift haneye (%10,5’e) yerleşen dar anlamlı işsizlik oranları ile gerçekleşmektedir.

IMF öngörüleri, Türkiye için ılımlı bir dış bağımlılığı içeren bir “durgunlaşma senaryosu” içeriyor. Durgunlaşma (yüzde 3’lük büyüme temposu) AKP’nin 2016-2022 yıllarında Türkiye ekonomisine “armağan ettiği” toplumsal bunalımı kalıcı hale getirecektir. Sermayenin tüm kesimlerini ihya eden bölüşüm şoku telafi edilmeyecek; Şubat 2023’te faal nüfusun dörtte birine yaklaşmış atıl işgücü,  sayısal olarak genişleyecek; Türkiye boşta gezen, evde oturan, çoğu diplomalı gençleri barındıran bir topluma dönüşmüş olacaktır.

Türkiye’nin emekçileri ve ülke bu geleceğe mahkûm edilebilir mi? Türkiye’nin sol iktisatçıları reddediyorlar. Ana muhalefetin ve Saray iktidarının teslim veya mahkûm olduğu neoliberal cenderenin son bulması savunuluyor; alternatifler tartışılıyor; ana çerçeve adım adım oluşturuluyor. Ön koşul, örgütlü halk sınıflarının siyasal iktidara katılarak sermaye tahakkümüne son vermesidir.

4- Emek ve Özgürlük İttifakı toplamda %10.5 civarında oy alarak 65 vekil kazandı. Bunun yanında seçime belirli bölgelerde ittifak içinden ayrı listeyle giren TİP yaklaşık %1.7 oy oranına ulaşarak meclise 4 milletvekili gönderdi. Türkiye tarihinin belki de en “sağcı” meclisinin oluştuğuna dair yorumların yapıldığı bir dönemde seçimin sonuçlarını genel olarak Türkiye solunun mevcut durumu ve geleceği açısından nasıl değerlendirmek gerekir?

Türkiye’nin kısa kesintiler de içeren 75 yıllık çok partili siyasal rejiminde parlamentoda temsiliyet, halk sınıfları açısından büyük önem taşıyor. Milletvekillerinin parlamentodaki katkıları, rolleri, özellikleri, iktidarın ve muhalefetin değerlendirilmesinde etkili oluyor. 1965 seçimlerinde uygulanan seçim yasası partilerin parlamentoda nispî temsilini tamamen sağlamaktaydı. Türkiye İşçi Partisi’nden 15 milletvekili seçildi. Sosyalist solu temsil eden bu küçük grup, beş yıl boyunca salt Meclis çalışmaları ile Türkiye siyasetinde kalıcı izler sağladı. Sonraki yıllarda Türkiye burjuvazisi ve darbeciler, sosyalizmin mecliste temsil edilmesini seçim barajları ile önlemeye öncelik verdiler ve başarılı oldular. Sosyalist akımın çok sayıda partiye bölünmesi de ayrıca etkili oldu.

Bugünkü siyasal yelpaze ve seçim yasasının sınırları içinde sosyalist partilerin TBMM’de temsil edilmesinin önemli ve yararlı olduğunu düşünüyorum. Önceki seçimde HDP listeleri içinde parlamentoya giren dört milletvekili, TBMM’deki katkıları ile, özellikle Sol’un sesini Türkiye toplumuna taşımakta etkili oldular. Son seçimde TİP’in kazandığı oy oranı da bu etkiyi herhalde yansıtmaktadır.

Parlamenter temsiliyet sorunu açısından güncel koşullarda CHP ve HDP ile benzer ittifaklar içinde yer almanın sosyalist partiler açısından ilke olarak dışlanmasının yanlış olduğunu düşünüyorum.  Bu seçenek mümkün mertebe son seçimde iki farklı ittifaktaki tüm sosyalist partilerin ortaklaşa katılımı ve TBMM’de kendi partileri içinde yer alarak sağlanmalıdır.

2023 seçimleri arifesinde bu doğrultudaki çabaların değerlendirilmesi, daha da önemlisi, sosyalist, komünist ve devrimci akımların çok sayıda partiye ayrışmasının tartışılması bana düşmüyor. Türkiye’nin düşün, bilim, sanat ve edebiyat alanlarında sosyalizmin taşıdığı önem ve ağırlık güncel siyasete taşınamamaktadır. Bu önemli engelin aşılması hepimizin ortak sorunudur.

Marksizmin yaratıcı ve eleştirel öğretisinden ve sosyalist mücadeleleri tarihinden beslenen parti örgütlerine, üyelerine, militanlarına, hatta sempatizanlarına faşizmin yükseldiği bugünkü Türkiye koşullarında önemli görevler düşüyor:  İşyerlerinde, mahallelerde, köylerde, okullarda emekçi sınıf saflarında, sıradan insanlarda var olan dayanışmanın, kardeşliğin tohumlarını   keşfetmek, yeşertmek… Gerici, yobaz ideolojilere, kaderci teslimiyete karşı aydınlanma değerlerini, baskılara karşı özgürleşmeyi savunmak, yerleştirmek… Eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı isyankârlığı, sınıf bilincini geliştirmek… Sömürüsüz, eşitlikçi, özgür bir geleceğin tasarlanmasına katılmak…

Buralardan başlanır ve mesafe alınırsa Türkiye solunun geleceği açısından iyimser olabiliriz. 

Yazıyı Kaynağından Okuyun →

Mert Ege

Editör, 28 yaşında, Gazetecilik mezunu. Gündemi takip ederek sizlere en güncel ve gerçek haberleri ulaştırmayı hedefler. Objektif ve ilkeli yayın kendisi için en önemli ve hassas konuların başında gelir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu