Doç. Dr. İsmet Akça seçim sonuçlarını değerlendirdi
Burak Çetiner
Mayıs ayında gerçekleşen iki turlu seçimler, Cumhur İttifakı’nın (Cİ) hem mecliste hem de cumhurbaşkanlığında muhalefete karşı sağladığı üstünlükle sonuçlandı. Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça ile seçim dönemi ve sonrasındaki iktidar ve muhalefetin seçim stratejisi, ittifakların başarılı ve başarısız olmasındaki sosyopolitik ve ekonomik etkenleri, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (EÖİ) iç hesaplaşmasını, toplumsal muhalefet ve geleceğe yönelik çözüm önerilerini konuştuk.
‘MUHALEFET EKONOMİK KRİZ VE SİYASAL-EKONOMİK ALTERNATİFLERİ ANLATMAKTA YETERSİZ KALDI’
14 ve 28 Mayıs tarihlerinde yıllardır beklenen bir seçim süreci yaşadık ve muhalefetin beklentisinin aksine Cumhur İttifakı hem meclis hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ciddi bir üstünlük sağladı. Yeni kurulan meclis Türkiye siyasi tarihinin belki de yıllardır ortaya çıkan en muhafazakâr ve sağ merkezli meclisi oldu. Muhalefette de Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmenin moral bozucu bir etkisinin olduğunu söylemek mümkün. Seçim sonuçlarını muhalefet açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Herhangi bir analize başlamadan birkaç önemli ön belirlemeyi yapmak lazım. Birincisi, birçoğumuz bu sonuçları öngöremedik, yanıldık. Dolayısıyla geriye dönük ukalalık yapmak değil durumu anlamaya yönelik ve ileriye dönük bir fayda sağlamak üzerine değerlendirmeler yapmak doğru olacaktır. İkincisi, Türkiye’de özellikle 2015-16 yıllarından itibaren seçim güvenliği konusunda ciddi sorunlar, seçim hileleri dediğimiz bir gerçeklik var ve bu seçime de benzer bir atmosferde girdik. Elimizdeki veriler, tespit edilen istatistiki anomaliler de gösteriyor ki seçim hileleri oldu. Tabii ki bütün seçim sonuçlarını bu şekilde açıklamak, yüzde 49,5’u 35’i vs. tek başına bunun üzerinden okumak doğru olmaz. Ama şunun altını çizmeliyiz; ilk turda o dört puanlık fark bir buçuk bile olsaydı ikinci tura bambaşka bir politik atmosferde gidilirdi. Yine de özellikle ana muhalefet ittifakı Millet İttifakı’nın (Mİ) bu konudaki yetersiz hazırlığı affedilir bir durum değil. Üçüncüsü, biz Türkiye’de olağan bir siyasal rejim içinde de değiliz. Farklı adlandırmalar yapageldik ama günün sonunda karşımızdaki siyasal rejimin ve devletin belli mekanizmaları üzerinde hemfikiriz. Yani karşımızda muazzam baskıcı bir devlet mekanizması, propaganda ve manipülasyon aygıtı var. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), yargının ve diğer kurumların siyasal iradeden bağımsız olmadığı bir rejim var. Devletin tüm kurum ve imkânlarıyla iktidar partisinin, Cİ’nin emrinde olduğu bir yapı söz konusu. Bu açıdan da sakat bir seçim süreci yaşadığımızı not etmek lazım.
Muhalefetin seçim performansına dönersek bu seçim bir referanduma dönüştü: Erdoğan’ın şahsında somutlaşan otokratik-otoriter siyasal rejime son verme veya bunun devam etmesi referandumuna. Farklı ittifaklarıyla muhalefet aynı stratejiye kilitlendi: Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçtirmeyerek bu siyasal rejime son verme. Bu stratejik hedefin gerçekleşmemiş olmasının getirdiği bir siyasal psikolojik hayal kırıklığı ve demoralizasyon söz konusu. Bu seçim sürecinde ana kutuplaşmanın da bu karşıtlık üzerine kurulması ciddi bir dezavantaja sebep oldu. Türkiye’nin çeşitli toplumsal meseleleri, ekonomik kriz, emekçilerin bu krizden nasıl etkilendiği, önerilebilecek sosyo-ekonomik alternatifler, Kürt sorunundan toplumsal cinsiyet ve yönelim eşitsizliklerine kadar çok önemli toplumsal sorunlar yeterince tartışılamadı. Bu anlamda seçimlerin politik muhtevası biraz eksik kaldı.
Seçim sonuçlarının ayrıntılı bir analizi bu röportajın sınırlarını aşar ama bizim açımızdan önemli bir hususu daha dile getirmek isterim. Yaşanılan ekonomik krizin farklı sınıfsal kesimler tarafından ve farklı mekânlarda nasıl deneyimlendiğini öngörememek muhalefetin, özellikle Mİ’nin en büyük zaafı oldu. Kentli orta sınıfların kriz deneyimi üzerinden “ekonomik krize bu iktidar da dayanamaz, çöker” öngörüsü gerçekleşmedi. AKP özellikle metropolde oy kaybetti. Özellikle metropollerde hem Kılıçdaroğlu hem de muhalefet bloklarının lehine AKP’den bir kopuş oldu. Büyük kentlerde hem barınmadan beslenmeye eğitime yaşam maliyetlerinin çok daha yüksek oluşu enflasyonist ortamdan etkilenen orta sınıflar ve emekçiler açısından iktidara bir mesafelenme doğurdu. Ama emekçilerin yeniden üretiminin maliyetinin görece daha düşük olduğu Anadolu’nun çeşitli kentlerinde ekonomik kriz aynı sertlikte hissedilmiyordu. Erdoğan ve AKP belki miting alanlarında en çok ekonomi üzerinden ses çıkarmadı ama aslında krizin etkilerini ciddiye aldı arka planda. Asgari ücretin yükseltilmesi, EYT, ücretli ve emeklilere yönelik de nakdi sosyal yardımın devreye sokulması ve en önemlisi son 3 yıldır istihdamın artıyor oluşu, krizin bir işsizlik yükselişine evrilmesinin engellenmesi veya ertelenmesi en önemli yönetim hamleleri oldu (bu konulardaki anlamlı değerlendirmeler için Utku Balaban, Ümit Akçay, Nail Dertli gibi meslektaşların yazdıklarına bakabiliriz).
Mİ’nin ekonomik krize karşı söylemi (ki TÜSİAD, CHP ve Mİ’nin Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına dair çizdiği hegemonik projenin bir uzantısı idi) emekçilerin acı reçete anlamına geleceğini bildiği kurallı neoliberalizme (ve kemer sıkmaya) dönüş ve emekçiler açısından doğrudan bir gerçekliği olmayan teknolojik devrim ile üretkenliğin arttırılması gibi iki unsura dayandı. Krizi kapıdaki işsizlik ve iflaslar yerine soyut ve teknik makro ekonomik göstergeler üzerinden anlattı Mİ.
Maalesef, EÖİ olarak da karşı hegemonya tesis edecek biçimde ekonomik krizi, emekçiler üzerindeki mevcut ve kapıdaki etkilerini, somut alternatiflerimizi gerektiği ve etkili şekilde gündem yapamadık, yukarıda ifade ettiğim ana seçim kutuplaşması anaforu içinde.
AKP, her ne kadar ülke genelinde %7’lik oy kaybına uğrasa da, hem muhalefetin dediğim gibi alternatif sunmada yetersiz kalması hem aldığı seçim ekonomisi önlemleri hem de bu hoşnutsuz oyun akacağı Yeniden Refah Partisi gibi partileri içeren ittifak siyaseti hamleleriyle kriz dinamiğini yönetti.
‘SEÇİM SÜRECİ BOYUNCA SİYASET İNANILMAZ TEKNİKLEŞTİRİLDİ’
Muhalefet cephesine dair en belirgin eleştirinizi “Seçimin politik muhtevası eksikti” olarak görebiliriz sanırım. Bu seçim neredeyse bir matematik hesabına dönüşmüştü. ‘Oradan iki, buradan üç puan alsam %50 +1’i yakalayabilir miyim’ hesabı yapılıyordu. “Tek adayda birleşelim” sloganı bugün seçim sürecine yeniden bakıldığında yanlış bir strateji olarak görülebilir mi? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçimin politik muhtevası evet eksikti. Yani Türkiye tarihinin görünürde en kritik, en politik seçimiydi ama siyasal gündem yapılabilen konular açısından da tam tersine zayıftı. Ek olarak seçim süreci boyunca siyaset inanılmaz teknikleştirildi. Özellikle garabet seçim kanunu çerçevesinde adaylık, ittifaklar, tek liste-çok liste, d’hondt sistemi vs. tartışmalarıyla siyasetten çok teknik aritmetik konuştuk. Bu meseleler önemsiz değil ama tartışılma biçimi muazzam bir apolitiklik yarattı. Yine siyaseti teknikleştiren önemli bir husus siyasetin anketlere indirgenmesi oldu. Yöntemsel sınırlılıklar başta olmak üzere anketlere ve anket şirketlerine dair birçok sorunun üzerinin örtülmesi, siyasal tartışmanın ziyadesiyle anket sonuçlarına sıkıştırılması, zaten sınırlı olan medya alanının anket verilerinin anlatımının –çoğu durumda da yapısal bir etki içinde mutlak kesinlikler anlatılıyormuşçasına- güdümüne iyice sokulması siyasalın teknikleştirilmesinde büyük bir etken oldu.
Cumhurbaşkanı adaylık meselesine gelirsek, şimdi bütün seçim tartışmasını tek aday mı olmalıydı yoksa EÖİ ayrı aday mı çıkarmalıydı üzerinden tartışmak bana biraz retrospektif geliyor açıkçası. Bence her iki kararın da avantajları ve riskleri vardı politik olarak. Örneğin, eğer ayrı bir aday çıkarılsaydı ve ilk turda Erdoğan kazansaydı o durumda herkes EÖİ’yi seçimi kaybetmekten sorumlu tutuyor olacaktı. Bunun dışında senin de vurguladığın gibi esas sorunu seçim sürecinde, Erdoğan’ın otokratik-otoriter rejimine devam mı son mu kutuplaşması dışında bir politik gündemin inşa edilememesi olarak görmeliyiz. Bu Mİ’nin bilinçli bir tercihiydi. Kılıçdaroğlu’nun yürüttüğü seçim kampanyası toplumsal alanlara kök salarak ilerlemediği için bir aritmetik taktik izledi. Bu da Mİ’yi bir toplama işlemi üzerinden en geniş cephede buluşturarak, bahsettiğimiz eksende kutuplaşan seçimi kazanma stratejisiydi.
EÖİ’nin duruşu otokratik-otoriter rejimi seçimlerle yıkma hedefiyle aday çıkarmamak oldu. Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararı aldı. Bu kararı tartışmak yerine şu noktaya vurgu yapmak istiyorum: EÖİ açısından buna ek başka bir kutuplaşma ekseni daha inşa edilemedi. Gündeme taşınmaya çalışılan konular, ekonomik kriz, sosyal meseleler çok geri planda kaldı. Otokratik-otoriter rejimi yıkma kutuplaşması (ki tabii ki çok önemliydi) ile örneğin sınıf siyaseti eksenli başka bir kutuplaşma mutlaka eklenebilmeliydi, dengelenebilmeliydi. Bu arzu edildiği kadar yapılamadı. Bana esas mesele bu gibi geliyor.
‘HDP/YEŞİL SOL PARTİ’NİN OY KAYBI YALNIZCA İTTİFAK İÇİNDEKİ GERİLİMLE AÇIKLANAMAZ’
Emek ve Özgürlük İttifakı heyecan yaratan bir birliktelik olarak ortaya çıkmıştı. Birçok sosyalist partiyle birlikte Türkiye İşçi Partisi ve HDP/Yeşil Sol Parti seçimlere bu ittifak çatısında girdi. Yeşil Sol Parti’nin oylarında gözle görülür bir düşüş oldu. EÖİ bu seçimlerde başarısız oldu diyebilir miyiz? İttifakın iki büyük partisi olarak Türkiye İşçi Partisi ve HDP/Yeşil Sol Parti arasında özellikle sosyal medyada süregelen tartışmalar ittifaka zarar verdi mi? Bu süreç nasıl daha iyi yönetilebilirdi?
Sonuçta ana hedef olarak koyulan Erdoğan şahsında somutlanan otokratik-otoriter rejime son verme başarılamadı. Ek olarak ittifakın toplam oyu açısından da bir gelişme kat edilemedi. Dolayısıyla, EÖİ açısından bir başarı hikâyesi var diyemeyiz. İttifakın ana bileşeni, HDP/Yeşil Sol Parti’nin, sadece Kürt illerinde değil büyük kentler de dahil birçok şehirde oy kaybettiği görülüyor. Bu oy kaybı ittifak içi ilişkilerin yaşadığı gerilimle açıklanabilecek bir durum değil bana göre. Kürt siyasal hareketi kendi özeleştiri ve değerlendirme sürecini başlattı. Bu konuda muazzam bir deneyime, birikime sahip bir halk hareketinden bahsediyoruz sonuçta. Bu özeleştiri ve yeniden yapılanma sürecini yakından izleyeceğiz. Şunu da vurgulamak gerekiyor: Sadece Erdoğan değil en geniş haliyle İktidar Bloku seçim süreci boyunca Kürt sorunu üzerinden büyük bir negatif kampanya yürüttü. Cİ mitingleri, büyük bir dezenformasyon ve manipülasyon da içerecek şekilde, PKK-terör-Kılıçdaroğlu eşdeğerliliği üzerine kuruldu. Bu tabanda da karşılık buldu. Dediğim gibi aslında bu devlet ve siyasal alandaki tüm aktörleriyle en geniş anlamında iktidar blokunun Kürt siyasal hareketini, HDP’yi, Türkiye siyasetinde kilit parti olmaktan çıkarma ve bu olasılığı ortadan kaldırma stratejik hedefiydi. Bunu da zaten en açık ve yalın haliyle ATA İttifakı’nın adayı Sinan Oğan ifade etti.
Bu stratejik yönelim aynı zamanda Mİ içerisinde İYİ Parti ve lideri Akşener’de de güçlü bir şekilde var oldu. “Seçilecek aday” lafzı altında Kılıçdaroğlu’nun adaylığının sorgulanması, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu gibi isimlerin öne sürülmesi, masadan kalkma girişimi, tüm bu siyasi hamleler bence Mİ cumhurbaşkanı adayının Kürt siyasal hareketinin ve seçmeninin kayda değer desteğiyle aday olma ve seçilecek olmasına karşı siyasi hamlelerdi. Bunun İYİP tabanına anlatamayız gibi sosyolojist açıklamalara sığmayan bir durum olduğunun altını çizmek istiyorum. Böyle bir saldırı karşısında Kılıçdaroğlu’nun aldığı pozisyon da en hafif tabirle yetersiz ve etkisizdi.
Çuvaldızı kendimize de batıracak olursak EÖİ’nin bileşenlerinin hiçbiri bunu kıracak hamleleri etkin şekilde devreye sokamadı. Özellikle HDP’nin kadrolarına yoğun baskı ve tutuklama sürecinin, yerel yönetimlere kayyum atanmasının yıllardır devam ettiğini unutmamamız gerekiyor. Devlet içindeki çeşitli gruplarla beraber Cİ’nin aslında Kürt siyasal hareketini dağıtma stratejisi çok açık. Bence bu strateji sadece Cİ ile değil Sinan Oğan ya da Hüda-Par gibi aktörlerle de sürdürüldü.
EÖİ içinde HDP’nin oy kaybı bu baskı ve abluka siyaseti görülmeden açıklanamayacağı gibi sadece bununla da açıklanamaz. Dediğim gibi hareket kendi seçmen tabanının bir kısmıyla bağın nerede, ne sebeple koptuğunu mutlaka etkin bir şekilde değerlendirecektir.
‘TİP’İN ELDE ETTİĞİ SEÇİM SONUCU TÜRKİYE SOSYALİST HAREKETİ AÇISINDAN BÜYÜK BİR İMKANDIR’
EÖİ’nin TİP kanadına seçim sonuçları açısından bakacak olursak, tabii Türkiye sosyalist tarihi açısından çok önemli bir başarı elde edildi. Bu seçim sonucunun alınmasında bir ön koşul tabii ki ülkedeki %7’lik barajı aşmasını sağlayan EÖİ’nın parçası olmasıdır. Ülkedeki genel politik hal itibarıyla ister istemez gölgelense de Türkiye sosyalist hareketinin tarihi açısından baktığımızda 60’lardan sonra ilk defa parlamenter siyaset düzleminde böyle bir sonuç alındı. Bu çok kıymetli ve ileri taşınması gereken bir durumdur. TİP’in elde ettiği seçim sonucu Türkiye sosyalist hareketi açısından büyük bir imkândır, buna göre de bir sorumluluk yüklemektedir tabii.
Sorduğunuz için ona da cevap vereyim, EÖİ içinde HDP/Yeşil Sol Parti ve TİP arasında özellikle ortak-ayrı liste üzerinden süren tartışmanın yapıldığı eksenin yukarıda bahsettiğim seçim sürecinde siyasetin teknikleşmesi bağlamında okunması gerektiğini düşünüyorum ve bu açıdan sorunlu buluyorum. Ayrıca sık sık örgütsel-kolektif özne olma aleyhine işleyen sosyal medyada birey-özne olma pratikleri ile bu tartışmanın ittifak açısından muazzam zehirleyici bir etki yarattığını da belirtmek isterim. Bence Türkiye emekçilerinin ve tüm ezilenlerinin göz bebeği olması icap eden bir ittifak bu süreci çok daha hasarsız yönetebilmeliydi.
‘İŞÇİ SINIFI KESİMLERİNİ ÖRGÜTLÜ OLARAK BİR ARAYA GETİREBİLMEK İÇİN KOLEKTİF OLARAK DÜŞÜNMEMİZ GEREKİYOR’
EÖİ’nin diğer ortağı TİP özelinde soracak olursak bundan sonra TİP nasıl bir yol izlemeli? Seçim sonrasında yeni dönemde TİP’in siyasi hamleleri ve stratejisine yönelik neler söyleyebilirsiniz? Bu sürecin pratik adımları neler olabilir?
Siyaset hegemonik bir sosyo-politik blok inşa edebilme sanatıdır. Bu da öncelikle farklı sınıflar ve sınıf içi katmanlar arasında ittifaklar kurabilmeyi gerektirir. Bir sosyalist partinin, dolayısıyla TİP’in de en önemli işlevi budur. Biz burjuvazinin bütün fraksiyonlarına karşı mümkün olan en geniş sınıfsal sosyo-politik bloku kurmalıyız.
Türkiye’deki emekçi sınıfların iki ana damarı var: Birincisi daha kent merkezlerinde var olan, beyaz/gri yakalı diye tarif ettiğimiz kesim, diğeri de geleneksel sanayi proletaryasını oluşturan mavi yakalılar. Sosyalist hareket stratejik olarak ortak çıkarları olan ama kısa vadede birbiriyle çelişkili talepleri olabilecek bu iki sınıf katmanı üzerinden yükselmek zorunda (Geçtiğimiz günlerde ilerihaber’de çıkan Ahmet Bekmen’in yazısına da aynı vurgular için bakılmalı). Burjuvazinin farklı fraksiyonlarının değişen biçimlerde kendini dayadığı otokratik-otoriter siyasal rejimin toplumsal tabanını da ancak böyle bir sınıf siyaseti oyabilir, dağıtabilir.
Türkiye işçi sınıfının bu kesimlerinin bir defa sosyal varoluşunu çok iyi anlamamız lazım. Bu salt dar anlamıyla ekonomik bir varoluş değil tabii ki. Ekonomik durumu nedir, neye ihtiyacı var? Arzuları, umutları, umutsuzlukları ne? Boş zamanını nasıl değerlendiriyor? Sosyal varoluşunda aşktan cinselliğe toplumsal cinsiyet rejimi nasıl? Etnik, dinsel aidiyetleri ne rol oynuyor? Yani işçi sınıfının farklı katmanlarının bütünsel varoluş halini iyi anlamamız gerekiyor. Bu ancak, söz konusu yaşam alanları ve süreçleri içinde siz de var olduğunuz zaman mümkün. Sizin de aynı sosyal varoluş içinden öncü işçileriniz olursa örgüt buradan beslenir, burayı doğru okur.
TİP birkaç senedir ve seçim sürecinde de işçi sınıfının özellikle Gezi’yle kendi siyasi potansiyelini açığa çıkaran (her ne kadar geri çekilse de orada olan) beyaz/gri yakalı kesimiyle stratejik öncelik çerçevesinde bir organik ilişki için güçlü bir zemini yakalamış durumda. Sanayi işçileriyle de şimdilik görece daha zayıf olan bu zeminin daha da güçlendirilmesi ve işçi sınıfının iki yakasının bir araya getirilmesi lazım. Stratejik önceliği burada kurmak, buraya yatırım yapmak ve bu toplumsal kesimlerin varoluşlarını örgütlemek gerekiyor.
Bu söylemesi kolay (sosyalist aktörlerin hemen hepsinin düşündüğü, söylediği bir şey şüphesiz) ama yapması zor bir iş. TİP’in aldığı oy oranı ve toplumsal tekabüliyeti bu stratejik hamle için büyük bir imkân sunuyor. Bunun yollarını çok kolektif bir şekilde düşünmemiz gerekiyor; bunun yollarını ancak demokratik, katılımcı ve kolektif bir tartışma süreci içinde açığa çıkarabiliriz. Partinin tüm organizasyonunun işçi sınıfının çeşitli katmanlarıyla, kentlerdeki işçileşme süreçleri içindeki orta sınıflarla sosyal-politik-ideolojik organik bir ilişkiyi inşa edecek şekilde yapılandırılması çok mühim.
Bu sınıfsal ittifakın inşasını Türkiye’nin başka toplumsal sorunlarından, diğer sosyo-politik tahakküm ilişkilerinden kopuk düşünemeyiz tabii ki. Türkiye’nin özgürlük alanında, demokratik alanlarda çok ciddi politik sorunları var ve bu alanlarda yürüyen güçlü toplumsal mücadeleler var. Türkiye’nin bir Kürt sorunu var, bir barış ihtiyacı, bir demokratik çözüm ihtiyacı var. Türkiye’de kadınların, LGBTİ+’ların çok ciddi eşitlik ve özgürlük sorunları ve aynı zamanda güçlü bir mücadeleleri var. Göçmenler üzerinden yükselen ırkçılıkla mücadele etmeden, toplumsal cinsiyet ve yönelim eksenli tahakkümle mücadele etmeden, etno-politik bir sorun olarak Kürt sorununda barışı tesis etmeden o sınıfsal sosyo-politik blok da kurulamaz. Zira bu meseleler işçilerin de gündelik sosyal varoluşlarında o ya da bu şekilde mevcut. Bu mücadelelerin tamamıyla omuz omuza yürüyen bir emek siyaseti örgütlenmesini yaratmak tabii ki kolay bir iş değil ama yapmamız gereken şey tam olarak bu. Çok farklı eşitsizliklere, ayrımcılıklara, baskılara maruz kalan toplumsal gruplar var. Bizim de bu örgütlenmeyi güçlendirmemiz gerekiyor.
‘GÜÇLÜ BİR TOPLUMSAL HAREKET OLMADIĞI ZAMAN KALICI BİR DEĞİŞİM YAŞANAMIYOR’
Geçen hafta Gerçek Gündem’de yayımlanan röportajınızda “Türkiye’nin toplumsal hareket dinamizmine çok ihtiyacı var” demiştiniz. Somut olarak hangi dinamikler yeni dönemde ön plana çıkabilir? Bu dinamiklerin Saray Rejimi’ndeki mevcut durumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Demin de söylediğim gibi seçimin politik muhtevasını süreç boyunca pek konuşamadık. Uzun bir zaman aday tartışması, seçim listeleri tartışmaları yaptık. Seçim adeta teknik bir işe indirgendi. Bunların hiçbir önemi yoktur anlamında söylemiyorum ama bütün siyaset buraya indirgendi. Sosyalistlerin geçmişten beri sıkça dile getirdiği bir noktayı bugün daha net gördük: Bu iş sadece sandıkla olmaz. Sokak siyaseti, toplumsal mobilizasyon, toplumsal hareket olursa sandığı hem koruruz hem de güçlendiririz. Bu seçim sonucu bir kere daha gösterdi ki güçlü bir toplumsal mobilizasyon olmadığı zaman kalıcı bir toplumsal değişim yaşanamıyor. Sendikal hareket, emek hareketi, feminist hareket, LGBTİ+ hareketi, Kürt hareketi gibi çeşitli alanlardaki hareketler güçlü olduğu zaman hem birbirini besliyor hem de siyasal ittifak salt bir seçim ittifakı olmanın ötesine geçebiliyor.
TİP’in geldiği noktada aldığı oy oranı ve etki gücü ile toplumsal alanda sosyalistlere ciddi bir örgütlenme imkânı açılıyor ama buradaki potansiyel kırılganlığı da göz ardı etmememiz lazım. Dolayısıyla mevcut duruma baktığımızda toplumsal hareketlerin eksikliği somut bir olgu. Eğer başka bir alternatif, başka bir dünyayı kurmanın adımlarını atmak istiyorsak TİP’in, EÖİ’de bulunan veya orada olmayan sosyalistlerin yüzünü toplumsal hareketlere güçlü bir şekilde dönmesi gerekiyor. Bu alanları örgütleyen, güçlendiren, öncülük eden pozisyonda olması, “Az olsun benim olsun” anlayışından ise hemen uzaklaşması gerekiyor. Çünkü bu alanlar güçlü olmadığı zaman sizin siyasi alanındaki varlığınız, konjonktürel olarak yakalayacağınız hamleler size kalıcı mevziler kazandırmaz.
Bunun en güzel örneği de Gezi direnişi sonrasında yaşanan 7 Haziran 2015 seçimleri… Gezi’deki toplumsal mücadelenin umudunun sandığa yansımasıyla HDP barajı yıkmış ve üçüncü parti olarak meclise girmişti. OHAL süreciyle beraber iktidar bu toplumsal dalgayı püskürttü. Hem Kürt hareketi hem de diğer toplumsal dinamiklerin üzerindeki baskı arttıkça bu başarının kalıcılığı da azalarak bugüne kadar geldi… Seçim sonuçlarına dair artık klişeleşmiş bir yorum var. AKP ve diğer sağcı partiler işçi sınıfının en yoksul kesimlerinden oy alırken sol/sosyalist partilerin bu insanlara pek de ulaşılamadığı sıkça dile getiriliyor. Bu yoruma katılıyor musunuz?
Bunun kaçınılmaz ve mutlak bir durum olduğunu düşünmüyorum. İşçi sınıfın kendi içinde çok farklı katmanları var, çok farklı bölünmeleri var. Sosyalist hareket ya da bir bütün olarak EÖİ ya da hatta müesses nizam muhalefeti olarak Mİ hiç mi destek almıyor buralardan? Hayır, öyle değil, tabii ki alıyor. Ama bir genelleme yapacaksak sosyalistlerin sınıfsal sosyo-politik güç ilişkileri tahterevallisinin kendisini terse çevirecek kadar sınıf içerisinde örgütlü olmadığını söyleyebiliriz. AKP’nin ve Erdoğan’ın en büyük başarısı bu kesimlerin her zaman desteğini alabilmek oldu. Sahada mücadele yürüten arkadaşlarımızın da büyük bir isabetle tahmin ettiği gibi sınıf içerisinde AKP’nin yanı sıra örgütlenen bir Yeniden Refah gerçeği de var. İşçi sınıfının en aşağı kesimlerinde hâlâ karşı taraf daha güçlü. Ama bu değiştirilemez diyen kültüralist bir sosyolojizme savrulmanın da hiç anlamı yok. Bu sosyolojizm meselesini çok tehlikeli buluyorum. Tabii ki toplumsal kesimlerin, stratejik olarak hedef aldığımız sınıfların, sınıf katmanlarının, sınıf dışı toplumsal grupların toplumsal olarak varoluşunu iyi okumak önemli.
‘EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI’NIN BİR TOPLUMSAL MÜCADELE İTTİFAKI OLARAK KENDİSİNİ DEVAM ETTİREBİLMESİ ÇOK ÖNEMLİ’
Peki bu sınıfsal tahterevalliyi tersine çevirecek etki nasıl sağlanabilir?
Bunu başarmak için çok büyük bir mücadele gerekiyor. Emekçilerin yaşadığı, çalıştığı alanlara girip çok yoğun çalışmak, Türkiye solunun ittifaklar içinde çalışabilmesi gerekiyor. Ben o yüzden EÖİ’nin sadece bir seçim ittifakı değil bir toplumsal mücadele ittifakı olarak da kendisini devam ettirebilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun bir reçetesi yok ama emek alanında yapılan çalışmaları büyütmek, örgütlenmek, işçi sınıfının hem beyaz hem mavi yakalı kesimlerini birleştirerek örgütleyecek mekanizmaları güçlendirmek. Bu söylemekle olabilecek bir şey değil. Sahada yaparak, ederek, sürekli öğrenerek, birbirimizle tartışarak ilerleyebileceğimiz bir şey. Bunu yapabilmek için herkesin biraz şapkayı önüne koyup daha yaratıcı ve dayanışmacı bir şekilde hareket etmesi gerekiyor diye düşünüyorum.